Moda literatürüne ismini altın harflerle yazdırmış isimlerden. Bir kültür adamı. Edebiyatı giysilere yansıtan, Metropolitan Müzesi'ndeki ilk defileyi gerçekleştiren, kadınlara smokin giydiren, siyah mankenleri podyuma ilk çıkaran isim... Yves Saint Laurent'in hayatını anlatan ve kendi adını taşıyan film bu hafta vizyonda. Genç bir moda tasarımcısıyken elinde portfolyosuyla kapısını çaldığı YSL'yi, Alex Akimoğlu yazdı...
Moda dünyasına getirdiği yeniliklerle tabuları şık bir şekilde yıkan Yves Saint Laurent’in kalplerdeki özel yeri, inanılmaz bir hassasiyet taşıyan ince ruhunun dışarıya yansıyan tılsımından ileri geliyordu. Bu hassas ruh, az sayıda modacıya nasip olmuş başarı ve alkışlara rağmen kırılıyor ve inciniyordu. Hayat arkadaşı ve isminin lüks dünyasının en prestijli markalardan birisi haline gelmesinde en büyük rolü oynamış olan Pierre Bergé, tasarımcının ruh halini en iyi çözen insan olarak son anına kadar yanında oldu.
2008’de aramızdan ayrılan ünlü modacının, 1957’de henüz 21 yaşında iken Christian Dior’un selefi olması ile başlayan sıradışı hayat hikâyesi ve Pierre Bergé ile olan özel ilişkisinin konu olarak işlendiği filmde, Saint Laurent’i canlandıran Pierre Niney’in ve Pierre Bergé rolündeki çok takdir ettiğim komedyen Gaulliame Galliene’in performansları gerçekten etkileyici. Moda dünyasını yakından tanıyan gazeteci-yazar Laurence Benaim’in kaleme aldığı Yves Saint Laurent biyografisinden yola çıkarak filmi gerçekleştiren yönetmen Jail Lespert, “Büyük bir aşk hikâyesi ve başarı öyküsünü aynı anda anlatmak istedim” diyor.
Lespert’in, haute couture olarak adlandırılan moda dalının ihtişamına ve estetik değerlerine özen göstermeye çalışmış olduğu gözlenirken, filmdeki kostümlerin büyük kısmının Saint Laurent Müzesi’nden alınmış olduğu belirtiliyor. Ancak filmde ön plana çıkartılan, modacının uyuşturucuya olan yatkınlığı, çılgınlığa varan ruhsal dengesizlikleri ve homoseksüelliğin eğlence felsefesi gibi abartılı bulduğum öğelerin, sadece moda dünyası ile sınırlı olmayan ve küresel bir değere sahip olan Yves Saint Laurent imajını zedelediği düşüncesindeyim. Ayrıca, 1976-2005 arasında bizzat Paris’te bu atmosferi yaşamış bir tasarımcı olarak ünlü modacının bu düşsel dünyaya katkılarının yeterli derecede yansıtılmadığını düşünüyorum.
Giysilerdeki sanat
Yves Saint Laurent, Chanel’in başlatmış olduğu devrimleri kendi bakış açışıyla devam ettirerek moda dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Çünkü o her şeyden önce ‘bir kültür adamıydı’. Modanın bir sanat dalı olmadığını ancak sanatla, kültürle iç içe olabileceğini kanıtladı. Vélasquez’in İspanya’sını, Delacroix’nın Fas’ını, Picasso’nun, Braque’ın yapıtlarını podyumlara taşıdı. Shakespeare, Aragon, Marcel Proust, Jean Cocteau gibi yazar ve şairlere ithaf ettiği koleksiyonlarıyla edebiyatı giysilere yansıttı.
1983 yılında New York Metropolitan Müzesi tüm polemiklere rağmen bir ilke imza atarak kapılarını modaya açtı ve Yves Saint Laurent’in inanılmaz boyutta ilgi görecek olan retrospektif sergisini sundu. Sanatla ilişkisini, Notre Dame de Paris (Roland Petit, 1965), Mississippi (François Truffaut, 1972) gibi filmler için tasarladığı köstümlerle sürdürdü.
Moda devrimcisi
Saint Laurent, kadının dişiliğini düşsel hale getiren üslubu, Cezayir’de geçirdiği gençlik yıllarında aldığı kültürün beslediği renk hassasiyeti ve kadına kazandırdığı yeni giyim anlayışıyla dünyanın en gözde tasarımcısı olmuştu. Türkçe karşılığı ‘yüksek terzilik’ olan haute couture nosyonu, Yves Saint Laurent’le yeni bir döneme girdi. Kadınların hayal güçlerini zorlayan ihtişamlı koleksiyonlar, işlemeler, görkemli defileler... Dünyanın dört bir tarafından Paris’e gelen ünlü ve zengin müşteriler ve moda yazarları modacıyı ayakta alkışladı.
Laurent, bir ilke daha imza atarak Afrika ülkelerine olan hassasiyetini siyah mankenleri podyuma çıkararak ifade etti. Carol Miles, Iman, Rebecca gibi siyahi mankenler fırtınası yıllarca güncelliğini korudu. Profesyonelliği ve kabiliyeti kadar kişiliğiyle de en hiddetli moda uzmanından köşe yazarlarına, en prestijli işadamlarından atölye çalışanlarına herkesin gönlünde taht kurdu.
1966’da smokini kadın gardırobuna kazandıran, 1968’de sunduğu safari koleksiyonuyla rahatlık anlayışına androjen bir dokunuş getiren ünlü modacı, yıllarca moda trendlerine yön verdi. 1967’de ise ‘YSL Rive Gauche’ logosuyla ilk hazırgiyim mağazasını açarak daha geniş kitlelere ulaşma stratejisini başlattı. Saint Laurent tarafından çizilen koleksiyonların endüstriyeller tarafından üretilmeye başlanmasıyla tekstil dünyası da yeni bir ivme kazanmış oldu.
Saint Laurent’in kapısında...
Balenciaga ile başlayan ve geçen yüzyıl sonlarına dek süren moda kavramı sürecinin son ustası Saint Laurent; John Galliano, Alexander Mc Queen gibi tasarımcıların moda arenasına girmesiyle çekilme kararı aldı. Moda kodlarının değişime uğramasıyla aldığı bu karara saygı gösteren Pierre Bergé, durumu kabullenerek birlikte inşa ettikleri imparatorluğu lüks sektörünün tröstlerinden PPR grubuna devretti. İki erkek arasında ruhsal olarak başlayan ilişkinin boyutu, basit bir aşk hikâyesinden daha derin anlamlar taşıyor. Laurent-Bergé birlikteliği, birbirini tamamlayan iki insanın inanılmaz başarı öyküsüdür.
Paris’te, çiçeği burnunda bir tasarımcı olarak portfolyomla Yves Saint Laurent’in kapısını çaldığım 1976’da kendisiyle tanışmıştım. Kalın çerçeveli gözlüklerinin derinliklerinde gördüğüm hüzünlü, çocuksu bakışları beni çok etkilemişti. Ölümünden birkaç ay önce de Paris’te bir restoranda karşılaşıp selam vermeye gittiğimde; yorgunluğun ve hastalığın getirdiği fiziksel değişime rağmen gözlerindeki ifadenin değişmediğini görüp duygulanmıştım.
ALEX AKİMOĞLU - Radikal
Moda dünyasına getirdiği yeniliklerle tabuları şık bir şekilde yıkan Yves Saint Laurent’in kalplerdeki özel yeri, inanılmaz bir hassasiyet taşıyan ince ruhunun dışarıya yansıyan tılsımından ileri geliyordu. Bu hassas ruh, az sayıda modacıya nasip olmuş başarı ve alkışlara rağmen kırılıyor ve inciniyordu. Hayat arkadaşı ve isminin lüks dünyasının en prestijli markalardan birisi haline gelmesinde en büyük rolü oynamış olan Pierre Bergé, tasarımcının ruh halini en iyi çözen insan olarak son anına kadar yanında oldu.
2008’de aramızdan ayrılan ünlü modacının, 1957’de henüz 21 yaşında iken Christian Dior’un selefi olması ile başlayan sıradışı hayat hikâyesi ve Pierre Bergé ile olan özel ilişkisinin konu olarak işlendiği filmde, Saint Laurent’i canlandıran Pierre Niney’in ve Pierre Bergé rolündeki çok takdir ettiğim komedyen Gaulliame Galliene’in performansları gerçekten etkileyici. Moda dünyasını yakından tanıyan gazeteci-yazar Laurence Benaim’in kaleme aldığı Yves Saint Laurent biyografisinden yola çıkarak filmi gerçekleştiren yönetmen Jail Lespert, “Büyük bir aşk hikâyesi ve başarı öyküsünü aynı anda anlatmak istedim” diyor.
Lespert’in, haute couture olarak adlandırılan moda dalının ihtişamına ve estetik değerlerine özen göstermeye çalışmış olduğu gözlenirken, filmdeki kostümlerin büyük kısmının Saint Laurent Müzesi’nden alınmış olduğu belirtiliyor. Ancak filmde ön plana çıkartılan, modacının uyuşturucuya olan yatkınlığı, çılgınlığa varan ruhsal dengesizlikleri ve homoseksüelliğin eğlence felsefesi gibi abartılı bulduğum öğelerin, sadece moda dünyası ile sınırlı olmayan ve küresel bir değere sahip olan Yves Saint Laurent imajını zedelediği düşüncesindeyim. Ayrıca, 1976-2005 arasında bizzat Paris’te bu atmosferi yaşamış bir tasarımcı olarak ünlü modacının bu düşsel dünyaya katkılarının yeterli derecede yansıtılmadığını düşünüyorum.
Giysilerdeki sanat
Yves Saint Laurent, Chanel’in başlatmış olduğu devrimleri kendi bakış açışıyla devam ettirerek moda dünyasına adını altın harflerle yazdırdı. Çünkü o her şeyden önce ‘bir kültür adamıydı’. Modanın bir sanat dalı olmadığını ancak sanatla, kültürle iç içe olabileceğini kanıtladı. Vélasquez’in İspanya’sını, Delacroix’nın Fas’ını, Picasso’nun, Braque’ın yapıtlarını podyumlara taşıdı. Shakespeare, Aragon, Marcel Proust, Jean Cocteau gibi yazar ve şairlere ithaf ettiği koleksiyonlarıyla edebiyatı giysilere yansıttı.
1983 yılında New York Metropolitan Müzesi tüm polemiklere rağmen bir ilke imza atarak kapılarını modaya açtı ve Yves Saint Laurent’in inanılmaz boyutta ilgi görecek olan retrospektif sergisini sundu. Sanatla ilişkisini, Notre Dame de Paris (Roland Petit, 1965), Mississippi (François Truffaut, 1972) gibi filmler için tasarladığı köstümlerle sürdürdü.
Moda devrimcisi
Saint Laurent, kadının dişiliğini düşsel hale getiren üslubu, Cezayir’de geçirdiği gençlik yıllarında aldığı kültürün beslediği renk hassasiyeti ve kadına kazandırdığı yeni giyim anlayışıyla dünyanın en gözde tasarımcısı olmuştu. Türkçe karşılığı ‘yüksek terzilik’ olan haute couture nosyonu, Yves Saint Laurent’le yeni bir döneme girdi. Kadınların hayal güçlerini zorlayan ihtişamlı koleksiyonlar, işlemeler, görkemli defileler... Dünyanın dört bir tarafından Paris’e gelen ünlü ve zengin müşteriler ve moda yazarları modacıyı ayakta alkışladı.
Laurent, bir ilke daha imza atarak Afrika ülkelerine olan hassasiyetini siyah mankenleri podyuma çıkararak ifade etti. Carol Miles, Iman, Rebecca gibi siyahi mankenler fırtınası yıllarca güncelliğini korudu. Profesyonelliği ve kabiliyeti kadar kişiliğiyle de en hiddetli moda uzmanından köşe yazarlarına, en prestijli işadamlarından atölye çalışanlarına herkesin gönlünde taht kurdu.
1966’da smokini kadın gardırobuna kazandıran, 1968’de sunduğu safari koleksiyonuyla rahatlık anlayışına androjen bir dokunuş getiren ünlü modacı, yıllarca moda trendlerine yön verdi. 1967’de ise ‘YSL Rive Gauche’ logosuyla ilk hazırgiyim mağazasını açarak daha geniş kitlelere ulaşma stratejisini başlattı. Saint Laurent tarafından çizilen koleksiyonların endüstriyeller tarafından üretilmeye başlanmasıyla tekstil dünyası da yeni bir ivme kazanmış oldu.
Saint Laurent’in kapısında...
Balenciaga ile başlayan ve geçen yüzyıl sonlarına dek süren moda kavramı sürecinin son ustası Saint Laurent; John Galliano, Alexander Mc Queen gibi tasarımcıların moda arenasına girmesiyle çekilme kararı aldı. Moda kodlarının değişime uğramasıyla aldığı bu karara saygı gösteren Pierre Bergé, durumu kabullenerek birlikte inşa ettikleri imparatorluğu lüks sektörünün tröstlerinden PPR grubuna devretti. İki erkek arasında ruhsal olarak başlayan ilişkinin boyutu, basit bir aşk hikâyesinden daha derin anlamlar taşıyor. Laurent-Bergé birlikteliği, birbirini tamamlayan iki insanın inanılmaz başarı öyküsüdür.
Paris’te, çiçeği burnunda bir tasarımcı olarak portfolyomla Yves Saint Laurent’in kapısını çaldığım 1976’da kendisiyle tanışmıştım. Kalın çerçeveli gözlüklerinin derinliklerinde gördüğüm hüzünlü, çocuksu bakışları beni çok etkilemişti. Ölümünden birkaç ay önce de Paris’te bir restoranda karşılaşıp selam vermeye gittiğimde; yorgunluğun ve hastalığın getirdiği fiziksel değişime rağmen gözlerindeki ifadenin değişmediğini görüp duygulanmıştım.
ALEX AKİMOĞLU - Radikal