Kerem Akça, İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Doğulu Çocuklar” ve “Göldeki Yabancı”yı değerlendirdi
Dün start alan 33. İstanbul Film Festivali’nde ‘Nerdesin Aşkım?’ bölümü cinsiyetin öneminin kalmadığı ilişkiler arasında keşfe çıkıyor. Bu seçkiye dahil olan Fransız filmleri “Doğulu Çocuklar” ve “Göldeki Yabancı” ise bu konuda hem estetik kaygıları, hem de cesaretleriyle tartışılacak gibi gözüküyor. Bunlar arasında benim favorim ilki… Festival, 20 Nisan’a kadar devam edecek.
“Doğulu Çocuklar”: Fransa’nın ‘Benim Güzel Çamaşırhanem’i
Yıllarını Laurent Cantet’nin yanında çalışarak geçiren Robin Campillo, ilk yönetmenlik denemesi “Geri
Döndüler”de (“Les Revenants”, 2004) Fransız sanat sinemasının sıkıcı geleneğini ‘zombi filmi’ne dönüştürerek dahiyane bir işe imza atmıştı. Yanlızlık, iletişimsizlik, ruhsuzluk ve varoluş sorunları böylece bir alt tür bulmuştu kendine. Bana göre deneyci ama cesur bu hamlenin ardından yönetmen ‘eşcinsel ilişki/tutku’nun üzerine gidiyor.
Stephen Frears’ın, Margaret Thatcher’ın muhafazakar politikalarının göbeğine yerleştirdiği “Benim Güzel Çamaşırhanem”de (“My Beautiful Laundrette”, 1985) Pakistan göçmeni Salim ile beyaz tenli İngiliz Johnny’nin aşkı, ‘tabuları yıkma’ anlamına gelmişti. Rejime ve lidere karşı gelmek bir yana Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu durumu kaldırabilecek miydi? Burada da “Nefret” (“La Haine”, 1995) gibi başlayan eserin o yöne kaymadan şiddeti aradan çıkardığı görülebilir.
2.35:1’de geçen mizansenler asla beyazın dışına çıkmıyor. Matlığa odaklanmaktan ziyade doğallık, yalınlık tercih ediliyor. Jean Renoir ve Robert Bresson akla geliyor. Dört parçalı epizodik anlatı da bu duruma eşlik ediyor. İlk sahnede bir alışveriş merkezinde Doğru Avrupa göçmeni çocukları izliyoruz. Ama Campillo’nun tecrübeli Jeanne Lapoirie’den destek alan kamerası onların uzağında duruyor. Alakasız yerleri çekerken, zoom yapma, uzun plan alma amacıyla konumlanıyor.
Fransa’ya ve belki de Sarkozky’nin göçmen/azınlık politikalarına karşı yaşanan yabancılaşma duygusu böylece canlanıyor. İkinci bölümde ise bu uzun planların yerini hızlıya yakın bir kurgu ve yapay ışıklar alıyor. Daniel’in (Olivier Rabourdin) evinde bir partide sıçramalı kurguya da müziğe de patlama yaptıran sekans eklektik bir etki bırakıyor. Üçüncü bölüm ise jigololuk yapan bu gençlerden biri ile orta yaşlı beyaz Fransız arasındaki ilişkiyi, tutkuyu açığa çıkarıyor.
Eşcinsel arzuları, kişisel tatmine kadar uzanırken, çıplaklığı kullanan bir sakillikle gösteriliyor. Bu 70 dakikayı bulan kısım, bir anlamda ‘eşcinsel ilişki filmi’ olarak konumlanıyor. “Mavi En Sıcak Renktir” (“La Vie d’Adèle”, 2013) ile belirgin bir akrabalık kuruluyor. Bu gencin para da istemesiyle 20-40 yaş ilişkisi başka bir boyuta kayıp Doğu Avrupa göçmeninin ‘jigolo’ kimliğini açığa çıkıyor. Son bölüm ise aslında ikilinin arasına sızmadan ‘Zindanlar ve Ejderhalar’ (‘Dungeons and Dragons’) adı verilen otelde tavizsiz bir doğallıkla canlanıyor.
Campillo orada ikilinin ilişkisini öne çıkarıyor. Ama sanki aradaki uzun bölümü daha iyi tanımlayıp filmin süresini 128 dakikanın altına düşürseymiş, etki gücünü arttırabilirmiş. “Doğulu Çocuklar” (“Eastern Boys”, 2013), suç eğilimli göçmenlerin, azınlıkların, kimliksiz hayatına cinsellik odaklı bedensel ve dingin bir bakış atıyor. Yaşanan olayların ruh haline ve yaşama katkısı de bir sinemasal vizyon çıkarıyor karşımıza. Coşku ile dinginliğin bambaşka süreçlere etkisiyle film zirve yapıyor.
Campillo, Yeni Fransız Aşırılığı’na dahil edilmekten ziyade Cantet ve Godard etkili nevi şahsına münhasır bir yönetmen olarak anılmalı. Korku ve cinselliği ele alırken bile şiddete bulaşmaması onun konumunu, Claude Miller, Alain Corneau, André Téchiné gibi 70’lerde çıkıp herhangi bir akıma dahil olmayan isimler kadar ayrıksı hale getiriyor. “Doğulu Çocuklar”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”a sıfır müzikle ve yüksek cinsellik oranıyla yaklaşırken adeta “Noce Blanche”ın (1989) düşüncesini akla getiren bir ‘Fransız sineması saflığı’ ile Jean-Claude Brisseau’ya yanaşıyor. Frears’ın filminin Thatcher İngiltere’si için yüklendiği sorumluluğu, Sarkozky Fransa’sı için üzerine alıyor.
FİLMİN NOTU: 6.8
“Göldeki Yabancı”: ‘Sebastiane’ usulü Hitchcockyen gerilim
Rahatlıkla Üçüncü Fransız Yeni Dalgası’nın kapsamında ele alınabilecek Alain Guiraudie, dördüncü uzun metrajlı kurmaca filminde bir anlamda kendi fetişizmini perdeye yansıtıyor. Çıplaklar kampı kıvamında bir eşcinsel plajında olup bitenlere, cinayet, yabancı, ölüm, gerilim ve mizah ilave ediyor. Doğal renklerden kopmaması bir yana, 2.35:1’de görüntü yönetmeninin de katkısıyla geleneksel Fransız sinemasından bir parça izliyoruz.
Bölgeye gelen ana karakter Franck ise kendini ilişkilerin arasında buluyor. Gerçek bir serbestlik, özgürlük alanında böylece biraz yabancılaşıyoruz. Ama sakillik ve minimalizm de yüzümüze vuruluyor bir diğer yandan. Bu durum ister istemez “Göldeki Yabancı”yı (“L’Inconnu du Lac”, 2013) ‘kasabaya gelen yabancı filmleri’nin ötesinde bir noktaya taşıyor. Cinsel çözülmeden ziyade gerçek motivasyonlarla yüzleşme yanlısı yapıyor.
Bu bağlamda Derek Jarman’ın milattan sonra 300 yıllarından bir ‘homoerotizm’ portresini perdeye aktardığı sinemaya giriş filmi “Sebastiane” (1976) ilk akla gelen. Sanki Guiraudie, oradaki ‘camp’in (bilinçli bayağılık estetiği) tersi istikamette giden tutkuyu ve çıplaklığı, orantısız, seksi ve saf bedenlerle yorumluyor burada. Bir Hitchcockyen gerilime malzeme yapıyor. Roma İmparatorluğu’nda canlanan çarmıha gerilme, şehit edilme meselesi bir anlamda modern dünyadaki suçla eşleştiriliyor. Bruno Dumont’un eşcinsel doğası, filmi, mekanı görmüş versiyonu böylece canlanıyor. Bedenlerin çok mükemmel olmamasından başlayan süreç, bizleri bir cinsel ilişki mizansenine kadar götürüyor. Franck’in gölün derinliklerinde bir cinayetle karşılaşmasına bir yana bir kişinin cinsel ilişkilere gülerek, cinsel organını okşayarak karşılık vermesi ise filmin ciddiyetine zarar veriyor.
Hem minimalist kara film algısı, çok belirgin bir seri katil ivmesi alıp Dumont’un ‘suç’u işlemeye yönelten kapsamlı metinleri devre dışı bırakıyor, hem de mizahın Owen Wilson’cı hali Fransa’da çok ‘yapıştırma’ duruyor. Bu durum da “Göldeki Yabancı”nın “Sebastiane” çıkışlı serüvenindeki tavizsizliğini, uzun planlarını, sabit açılarını ne Hitchcock ciddiyetine ne de Dumont minimalizmine taşıyabiliyor.
Hitchcock’un “Trendeki Yabancı”sının (“Strangers on a Train”, 1951) Fransa’da bilinen ismi “L’Inconnu du Nord-Express”ine, Fransızca isimle yapılan gönderme ise yolda kalıyor. Tabiri caizse gölde yüzerken boğulma tehlikesi yaşamak kaçınılmaz hale geliyor. Başlangıç olarak soyut, finiş olarak somut bir eser böylece kendiyle çelişiyor. Muhafazakar bir söyleme doğru yol alıyor.
FİLMİN NOTU: 5.9
Kerem Akça - Habertürk
Dün start alan 33. İstanbul Film Festivali’nde ‘Nerdesin Aşkım?’ bölümü cinsiyetin öneminin kalmadığı ilişkiler arasında keşfe çıkıyor. Bu seçkiye dahil olan Fransız filmleri “Doğulu Çocuklar” ve “Göldeki Yabancı” ise bu konuda hem estetik kaygıları, hem de cesaretleriyle tartışılacak gibi gözüküyor. Bunlar arasında benim favorim ilki… Festival, 20 Nisan’a kadar devam edecek.
“Doğulu Çocuklar”: Fransa’nın ‘Benim Güzel Çamaşırhanem’i
![](http://3.bp.blogspot.com/-nZPXnMkQhEU/U0G0w3H90XI/AAAAAAABBhk/4z5VKUhRMgU/s1600/Eastern-Boys-001-copy.jpg)
Döndüler”de (“Les Revenants”, 2004) Fransız sanat sinemasının sıkıcı geleneğini ‘zombi filmi’ne dönüştürerek dahiyane bir işe imza atmıştı. Yanlızlık, iletişimsizlik, ruhsuzluk ve varoluş sorunları böylece bir alt tür bulmuştu kendine. Bana göre deneyci ama cesur bu hamlenin ardından yönetmen ‘eşcinsel ilişki/tutku’nun üzerine gidiyor.
Stephen Frears’ın, Margaret Thatcher’ın muhafazakar politikalarının göbeğine yerleştirdiği “Benim Güzel Çamaşırhanem”de (“My Beautiful Laundrette”, 1985) Pakistan göçmeni Salim ile beyaz tenli İngiliz Johnny’nin aşkı, ‘tabuları yıkma’ anlamına gelmişti. Rejime ve lidere karşı gelmek bir yana Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu durumu kaldırabilecek miydi? Burada da “Nefret” (“La Haine”, 1995) gibi başlayan eserin o yöne kaymadan şiddeti aradan çıkardığı görülebilir.
2.35:1’de geçen mizansenler asla beyazın dışına çıkmıyor. Matlığa odaklanmaktan ziyade doğallık, yalınlık tercih ediliyor. Jean Renoir ve Robert Bresson akla geliyor. Dört parçalı epizodik anlatı da bu duruma eşlik ediyor. İlk sahnede bir alışveriş merkezinde Doğru Avrupa göçmeni çocukları izliyoruz. Ama Campillo’nun tecrübeli Jeanne Lapoirie’den destek alan kamerası onların uzağında duruyor. Alakasız yerleri çekerken, zoom yapma, uzun plan alma amacıyla konumlanıyor.
Fransa’ya ve belki de Sarkozky’nin göçmen/azınlık politikalarına karşı yaşanan yabancılaşma duygusu böylece canlanıyor. İkinci bölümde ise bu uzun planların yerini hızlıya yakın bir kurgu ve yapay ışıklar alıyor. Daniel’in (Olivier Rabourdin) evinde bir partide sıçramalı kurguya da müziğe de patlama yaptıran sekans eklektik bir etki bırakıyor. Üçüncü bölüm ise jigololuk yapan bu gençlerden biri ile orta yaşlı beyaz Fransız arasındaki ilişkiyi, tutkuyu açığa çıkarıyor.
Eşcinsel arzuları, kişisel tatmine kadar uzanırken, çıplaklığı kullanan bir sakillikle gösteriliyor. Bu 70 dakikayı bulan kısım, bir anlamda ‘eşcinsel ilişki filmi’ olarak konumlanıyor. “Mavi En Sıcak Renktir” (“La Vie d’Adèle”, 2013) ile belirgin bir akrabalık kuruluyor. Bu gencin para da istemesiyle 20-40 yaş ilişkisi başka bir boyuta kayıp Doğu Avrupa göçmeninin ‘jigolo’ kimliğini açığa çıkıyor. Son bölüm ise aslında ikilinin arasına sızmadan ‘Zindanlar ve Ejderhalar’ (‘Dungeons and Dragons’) adı verilen otelde tavizsiz bir doğallıkla canlanıyor.
Campillo orada ikilinin ilişkisini öne çıkarıyor. Ama sanki aradaki uzun bölümü daha iyi tanımlayıp filmin süresini 128 dakikanın altına düşürseymiş, etki gücünü arttırabilirmiş. “Doğulu Çocuklar” (“Eastern Boys”, 2013), suç eğilimli göçmenlerin, azınlıkların, kimliksiz hayatına cinsellik odaklı bedensel ve dingin bir bakış atıyor. Yaşanan olayların ruh haline ve yaşama katkısı de bir sinemasal vizyon çıkarıyor karşımıza. Coşku ile dinginliğin bambaşka süreçlere etkisiyle film zirve yapıyor.
Campillo, Yeni Fransız Aşırılığı’na dahil edilmekten ziyade Cantet ve Godard etkili nevi şahsına münhasır bir yönetmen olarak anılmalı. Korku ve cinselliği ele alırken bile şiddete bulaşmaması onun konumunu, Claude Miller, Alain Corneau, André Téchiné gibi 70’lerde çıkıp herhangi bir akıma dahil olmayan isimler kadar ayrıksı hale getiriyor. “Doğulu Çocuklar”, “Benim Güzel Çamaşırhanem”a sıfır müzikle ve yüksek cinsellik oranıyla yaklaşırken adeta “Noce Blanche”ın (1989) düşüncesini akla getiren bir ‘Fransız sineması saflığı’ ile Jean-Claude Brisseau’ya yanaşıyor. Frears’ın filminin Thatcher İngiltere’si için yüklendiği sorumluluğu, Sarkozky Fransa’sı için üzerine alıyor.
FİLMİN NOTU: 6.8
“Göldeki Yabancı”: ‘Sebastiane’ usulü Hitchcockyen gerilim
Rahatlıkla Üçüncü Fransız Yeni Dalgası’nın kapsamında ele alınabilecek Alain Guiraudie, dördüncü uzun metrajlı kurmaca filminde bir anlamda kendi fetişizmini perdeye yansıtıyor. Çıplaklar kampı kıvamında bir eşcinsel plajında olup bitenlere, cinayet, yabancı, ölüm, gerilim ve mizah ilave ediyor. Doğal renklerden kopmaması bir yana, 2.35:1’de görüntü yönetmeninin de katkısıyla geleneksel Fransız sinemasından bir parça izliyoruz.
Bölgeye gelen ana karakter Franck ise kendini ilişkilerin arasında buluyor. Gerçek bir serbestlik, özgürlük alanında böylece biraz yabancılaşıyoruz. Ama sakillik ve minimalizm de yüzümüze vuruluyor bir diğer yandan. Bu durum ister istemez “Göldeki Yabancı”yı (“L’Inconnu du Lac”, 2013) ‘kasabaya gelen yabancı filmleri’nin ötesinde bir noktaya taşıyor. Cinsel çözülmeden ziyade gerçek motivasyonlarla yüzleşme yanlısı yapıyor.
Bu bağlamda Derek Jarman’ın milattan sonra 300 yıllarından bir ‘homoerotizm’ portresini perdeye aktardığı sinemaya giriş filmi “Sebastiane” (1976) ilk akla gelen. Sanki Guiraudie, oradaki ‘camp’in (bilinçli bayağılık estetiği) tersi istikamette giden tutkuyu ve çıplaklığı, orantısız, seksi ve saf bedenlerle yorumluyor burada. Bir Hitchcockyen gerilime malzeme yapıyor. Roma İmparatorluğu’nda canlanan çarmıha gerilme, şehit edilme meselesi bir anlamda modern dünyadaki suçla eşleştiriliyor. Bruno Dumont’un eşcinsel doğası, filmi, mekanı görmüş versiyonu böylece canlanıyor. Bedenlerin çok mükemmel olmamasından başlayan süreç, bizleri bir cinsel ilişki mizansenine kadar götürüyor. Franck’in gölün derinliklerinde bir cinayetle karşılaşmasına bir yana bir kişinin cinsel ilişkilere gülerek, cinsel organını okşayarak karşılık vermesi ise filmin ciddiyetine zarar veriyor.
Hem minimalist kara film algısı, çok belirgin bir seri katil ivmesi alıp Dumont’un ‘suç’u işlemeye yönelten kapsamlı metinleri devre dışı bırakıyor, hem de mizahın Owen Wilson’cı hali Fransa’da çok ‘yapıştırma’ duruyor. Bu durum da “Göldeki Yabancı”nın “Sebastiane” çıkışlı serüvenindeki tavizsizliğini, uzun planlarını, sabit açılarını ne Hitchcock ciddiyetine ne de Dumont minimalizmine taşıyabiliyor.
Hitchcock’un “Trendeki Yabancı”sının (“Strangers on a Train”, 1951) Fransa’da bilinen ismi “L’Inconnu du Nord-Express”ine, Fransızca isimle yapılan gönderme ise yolda kalıyor. Tabiri caizse gölde yüzerken boğulma tehlikesi yaşamak kaçınılmaz hale geliyor. Başlangıç olarak soyut, finiş olarak somut bir eser böylece kendiyle çelişiyor. Muhafazakar bir söyleme doğru yol alıyor.
FİLMİN NOTU: 5.9
Kerem Akça - Habertürk