↧
Zach - Michael Zakar
↧
"Benimle zorla eşcinsel ilişkiye girdiği için öldürdüm"
Cinsel saldırıdan kurtulmak için öldürmüş
Mustafa KOZAK/ANTALYA, (DHA)
ANTALYA’da günübirlik tur teknesinde çalışan emekli muhasebeci 64 yaşındaki Şevket Bülbül’ü bıçaklayarak öldüren 24 yaşındaki Mahmut K., Bülbül’ün, kendisine cinsel saldırıda bulunduğunu, cinayeti bu nedenle işlediğini iddia etti.
Muratpaşa İlçesi Kışla Mahallesi Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç Caddesi’ndeki olay, 12 Mart 2016’da saat 03.00 sıralarında meydana geldi. 5 katlı apartmanın 4’üncü katında oturan Şevket Bülbül, boğazından bıçaklandı. Yaralı halde merdivenlerden inerek sokağa çıkan Bülbül, yardım istedi. Çığlıkları duyan çevredekiler, 112 Acil Çağrı Merkezi’ne bildirdi. Ambulansla Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne götürülen Şevket Bülbül, kurtarılamadı.
AYAKKABISININ EŞİNİ YANLIŞ GİYMİŞ
Kaleiçi Yat Limanı’nda günübirlik tur teknesinde çalışan Bülbül’ün ölümüyle ilgili soruşturma başlatan polis, evinde yaptığı incelemede kapıda zorlama olmadığını tespit etti. Ayrıca evde biri kahverengi, diğeri beyaz renkli, eşleri bulunmayan 2 ayakkabı bulan polis, olayın meydana geldiği mahalledeki güvenlik kameralarından şüphelileri belirledi. Görüntülerde koşarak kaçan 2 kişiden birinin ayağındaki ayakkabıların, evdeki ayakkabıların eşi olduğu da tespit edildi. Polis, olayla ilgili Mahmut K. ve arkadaşı 17 yaşındaki F.Y.’yi gözaltına aldı. ’Cinayet’ ve ’hırsızlık’ suçlarından tutuklanan 2 şüpheli hakkında ömür boyu hapis cezası istemiyle dava açıldı.
BİRA İÇİRİP TECAVÜZ ETTİ
Antalya 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın ilk duruşmasında ifade veren Mahmut K., Şevket Bülbül’le parkta tanıştığını söyledi. Bülbül’ün kendisini eve davet ettiğini anlatan K., "Evine gidince bana bira ikram etti. İçine ne koydu bilmiyorum. İçtikten sonra gözümü sabah açtım. Bana cinsel istismarda bulunduğunu düşündüm. Sorduğumda, ’Sen kendin istedin’ dedi. Evden ayrıldım. Utandığım için kimseye söyleyemedim" dedi.
Bu olaydan sonra Şevket Bülbül ile sokakta karşılaştığını kaydeden K., şunları anlattı:
"Kendisinden şikayetçi olacağımı söyledim. ’Seni rezil ederim’ diye tehdit etti. Bana iş bulacağını söyleyerek tekrar evine davet etti. Arkadaşım F.Y. ile evine gittik. Evde biraz sohbet ettik. Gece uyuduğumuz sırada yanıma gelip taciz etmeye kalkıştı. Beni yanına çağırdı. Kabul etmedim. Israr etti. ’Sen gelmiyorsan ananı getir’ dedi. ’Benim yanımda kalıyorsun, yemek yiyorsun, bunun karşılığında benimle olacaksın’ dedi. F.Y.’yi uyandırıp gitmek istedim. Şevket Bülbül beni çekiştirmeye başladı. Üzerime çıkıp boğazımı sıktı, vurmaya başladı."
’BIÇAK MAKTULE AİT’ İDDİASI
Boğuşma esnasında çekyatın yanındaki bıçağı alıp rastgele salladığını iddia eden K., öldürme kastının bulunmadığını söyledi. Bıçağın maktule ait olduğunu da anlatan K., "Öldürmek isteseydim, yanımda bıçak götürürdüm. Kendisinden kurtulmak için bıçağı salladım. Kaçarken yanlışlıkla kendi ayakkabım yerine Şevket Bülbül’ün ayakkabılarını giymişim" dedi.
Mahmut K., Şevket Bülbül’e ait cüzdan ve cep telefonunu ise F.Y.’nin aldığını iddia etti. Kanmaz, cüzdanı F.Y.’den alıp attığını, telefonun ise F.Y.’de kaldığını belirtti.
Suça sürüklenen F.Y. ise aksini iddia ederek telefon ve cüzdanı Mahmut K.’nın aldığını ileri sürdü. Mahkeme, F.Y., olaydan sonra maktule ait cep telefonunu verdiği arkadaşı U.D.’nin ifadesinin alınması için duruşmayı erteledi.
↧
↧
Nolan Zarlin by Lazaro Llanes
↧
Erkek milletvekili iki erkek seks işçisiyle yakalandı
İngiltere'de İşçi Partili milletvekili Keith Vaz'ın, iki erkek seks işçisiyle ilişkiye girdiği ortaya çıktı
Avam Kamarası’nın en etkili isimlerinden biri olarak tanımlanan Vaz, Polonyalı iki erkek seks işçisiyle geçen ay sonunda buluştu. Mirror’ın yayınladığı mesajlaşmalarda, 59 yaşındaki Vaz’ın erkek seks işçilerinden cinsel gücü artıran haplar getirmesini istediği anlaşılıyor.
Haberde Vaz’ın seks işçilerinden kimliğini saklamaya çalıştığı ve çamaşır makinesi satıcısı olduğunu söylediği belirtildi. İngiliz milletvekilinin mesajlarından seks işçilerinden biriyle korunmasız ilişkiye girdiğini itiraf ettiği de yansıyor. Evli ve iki çocuk babası olan Vaz yaklaşık 10 yıldır uyuşturucunun verdiği zararları inceleyen bir komitenin de başkanlığını yürütüyordu.
İSTİFA ETTİ
Vaz daha önce yaptığı bir açıklamada, seks için para ödeyen erkeklerin adli takibata uğraması gerektiğini düşünmediğini söylemişti.
1987 yılından bu yana İşçi Partisi’nde Leicester East bölgesini temsil eden Vaz, Daily Mail gazetesine yaptığı açıklamada, başkanlığını yürüttüğü komiteden istifa ettiğini belirtti.
Vaz gazeteye açıklamasında, “Bu iddiaları avukatım Mark Stephens’a anlattım. Dikkatle inceleyecek ve ne yazılması gerektiği konusunda bana tavsiyede bulunacak” dedi.
İngiliz milletvekili erkek seks işçisiyle yakalandı
Hürriyet Haber04 Eylül 2016
Avam Kamarası’nın en etkili isimlerinden biri olarak tanımlanan Vaz, Polonyalı iki erkek seks işçisiyle geçen ay sonunda buluştu. Mirror’ın yayınladığı mesajlaşmalarda, 59 yaşındaki Vaz’ın erkek seks işçilerinden cinsel gücü artıran haplar getirmesini istediği anlaşılıyor.
Haberde Vaz’ın seks işçilerinden kimliğini saklamaya çalıştığı ve çamaşır makinesi satıcısı olduğunu söylediği belirtildi. İngiliz milletvekilinin mesajlarından seks işçilerinden biriyle korunmasız ilişkiye girdiğini itiraf ettiği de yansıyor. Evli ve iki çocuk babası olan Vaz yaklaşık 10 yıldır uyuşturucunun verdiği zararları inceleyen bir komitenin de başkanlığını yürütüyordu.
İSTİFA ETTİ
Vaz daha önce yaptığı bir açıklamada, seks için para ödeyen erkeklerin adli takibata uğraması gerektiğini düşünmediğini söylemişti.
1987 yılından bu yana İşçi Partisi’nde Leicester East bölgesini temsil eden Vaz, Daily Mail gazetesine yaptığı açıklamada, başkanlığını yürüttüğü komiteden istifa ettiğini belirtti.
Vaz gazeteye açıklamasında, “Bu iddiaları avukatım Mark Stephens’a anlattım. Dikkatle inceleyecek ve ne yazılması gerektiği konusunda bana tavsiyede bulunacak” dedi.
İngiliz milletvekili erkek seks işçisiyle yakalandı
Hürriyet Haber04 Eylül 2016
↧
İrlandalı tiyatrocu erkek turisti eşcinsel ilişki teklif etti diye öldürmüşler
Çıplak turist cesedinin sırrı çözüldü
İrlandalı John Edward Donnelly, Eskiçeşme Mahallesi Neyzen Tevfik Caddesi’nde geçen 3 Haziran’da öldürüldü. Evinde yerde çıplak ve kanlar içinde ölü olarak bulunan Donnelly’in cinayetinin çözümü için Bodrum İlçe Emniyet Müdürlüğü Asayiş Büro Amirliği geniş çaplı soruşturma başlattı. 3 ay boyunca yürütülen sokak çalışması kapsamında 81 MOBESE kaydı ve 726 işyeri güvenlik kamerası kayıtları incelendi. Yapılan çalışma sonucunda olayın şüphelisi olarak 28 yaşındaki Mehmet Irmak ve 27 yaşındaki Osman Aslan Bodrum’da, 20 yaşındaki Sinan Irmak ile Ali Turhan ise İstanbul’da geçen perşembe günü düzenlenen eş zamanlı operasyonla yakalandı.
CİNAYETİ İTİRAF ETTİ
İnşaat işçisi ve kardeş olan Mehmet Irmak. ile Sinan Irmak’ın cinayeti itiraf ettiği belirtildi. Sinan Irmak ifadesinde, olay gecesi Donnelly’nin kendilerini eve davet ettiğini, bir süre salonda oturduktan sonra Donnelly’nin kendileriyle ilişkiye girmek istediğini öne sürdü. Irmak ifadesinin devamında ilişki daveti üzerine mutfaktan ekmek bıçağını aldığını, beline sakladığını ve ağabeyinin "Vur" demesi üzerine ise belinden çıkardığı bıçağı Donnelly’nin boynuna sapladığını, ardından 1 kez kafasına ve 2 kez de sırtından yaraladığını ifade ettiği kaydedildi.
KABUSU OLMUŞ
İki kardeşin evin yakınlarından koşarak uzaklaştıkları ise kamera kayıtlarında tespit edildiği belirtildi. Sinan Irmak’ın cinayet günü giydiği ayakkabı ve kıyafetleri, üstüne kan sıçradığı gerekçesiyle sakladığı ve o günden bu yana bir daha giymediği, işlediği cinayeti ise geceleri rüyasına kabus şeklinde gördüğünü söylediği de öğrenildi. Irmak’ın soruşturma kapsamında polislere kıyafetleri teslim ettiği belirtildi.
Evde parmak izleri bulunan ve gün içerisinde de eve geldikleri belirlenen Ali Turhan ve Osman Aslan şüpheli olarak gözaltına alındığı kaydedildi. Emniyetteki işlemlerinin ardından dört şüpheli adliyeye sevk edildi.
Hürriyet
↧
↧
Tarkan Açıkhava konserlerine başladı
↧
"Kimliğim açık. İlla teyit etmem mi lazım?"
“Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediniz...”
Yerel, geleneksel, güncel... Batılı, modern, evrensel... Bir taraftan Tanburi Cemil Bey geleneğinden kopup gelen bir alaturka, diğer taraftan ‘La Paloma’dan kalkıp ‘La Mamma’ya konan bir alafranga. Türkiye’nin gerçek pop ikonu. Cemal Süreya’nın 1989’da dediği gibi “Ülkemizde hem çok büyük görülüp hem pek ciddiye alınmayan tek kişi o belki de.” Ama şimdi Enrico Macias'tan Halit Ergenç'e pek çok ismin, söz ve müziği ona ait parçaları seslendireceği saygı albümü çıkarken, Zeki Müren’i sevgiyle anmanın tam zamanı.
Derya Bengi
Uzaydan Gelen Prens
1974'te İzmir Fuarı'nda yapılan karşılama töreninde Zeki Müren Uzaydan Gelen Prens kostümüyle, bu tören için özel hazırlanan 'ay örümceği'nin önünde.
Henüz 19 yaşını yeni doldurmuştu. 1951 senesinin ilk akşamında, cılız frekansı Marmara bölgesinden öteye ulaşmayan İstanbul Radyosu'ndaki ilk seansında şöhreti yakaladı. İstanbul'un nüfusu 1 milyon, Türkiye'ninki 21 milyon, ülkedeki toplam radyo sayısı taş çatlasa 320 bindi. Ama radyo-magazin dergileri peynir ekmek gibi satmaya başlamıştı. O mucize sesin sahibini de işte o dergiler bütün ülkeye tanıttı. Müzeyyen Senar hayranı, gözlüklü, çelimsiz, kibar, romantik bir gençti Zeki Müren.
1931'de, Bursa'da, orta halli bir evde doğdu. Ailesinin bir tarafı Mora Yarımadası, bir tarafı Bulgaristan göçmeniydi. Kereste tüccarı, suskun, akşamcı bir baba. Hayat dolu, ama hayalleri suya düşmüş, bıkkın bir anne. Küçük Zeki hem annesinin hem babaannesinin kuzusu olarak büyüdü. Ama herkesin birbiriyle çekiştiği bu mutsuz evdeki esas sığınağı Ankara Radyosu'ndan süzülen nağmelerdi. Bütün gün bez bebekleriyle ve makasla siyah kartondan oyduğu plaklarıyla oyalanır ya da küçük arka bahçedeki yalağın önünde kurduğu sahnede, elinde mikrofon niyetine tuttuğu kibrit kutusuyla, komşu çocuklarını rica minnet karşısına oturtup şarkılar söylerdi.
Okulda çalışkan, uysal bir öğrenciydi, resme kabiliyetliydi, eline bir kalem aldığında defterine, gazete sayfalarına desenler, yelkenliler, en çok da şuh, alımlı kadın çehreleri çizerdi.Sinemaya gelen müzikal Arap melodramlarını kaçırmazdı. Babasının, sünnetinde aldığı bisikletle tozlu yollarda gezer, 40 yılda bir ailecek Mudanya'ya denize, Uludağ eteklerinde pikniğe gidildiğinde biraz nefes alırdı. Bu taşra sıkıntısını dağıtan tek şey, yaz mevsiminde Tophane Bahçesi'ne İstanbul'dan gelen fasıl heyetleriydi. Briyantinli saçlı, altın dişli, esmer sazendelerin önünde şarkı söyleyen şifon mendilli, kloş etekli kızları en önden izlerdi. "Sahneden gelen koku büyüleyiciydi. Makyaj, içki, ağır esans ve hela kokusu karışımıydı genizlere dolan. Çocuk bu kokunun esiri olmuştu, ömrü boyunca bu esaret devam edecekti” diye yazacaktı yıllar sonra çocukluğunu anlattığı not defterine.
Dinlediği her şarkıyı yutarcasına ezberine almakta mahirdi. Ailesinden ne destek ne de köstek gördü. Neredeyse kendi kendini yetiştirdi. Belki doğuştan oyuncuydu, ama Bursalı bir işadamının himayesine girmese merdivenleri üçer beşer tırmanamazdı. Dede Efendi için Üçüncü Selim ya da Haydn için Prens Esterházy neyse, Zeki Müren için Hayri Terzioğlu oydu. Onun sayesinde Bursalı üstatlardan ders almaya başladı, onun sayesinde yerel musiki çevrelerine girdi. Okuldaki derslerinde teklemeye başlayıp, soluğu kaçarcasına İstanbul'da alınca, Hayri Bey'in himmetiyle liseye ve müzik eğitimine devam etti. Arnavutköy sırtlarındaki tanınmış Boğaziçi Lisesi'nde yatılı okuyor, hafta sonları Beler Otel'de kalıp Beyoğlu'nun kozmopolit bohem dünyasına dalıyor, nazariyat ve usul bilgisini Şerif İçli'nin, Agopos Alyanak'ın denetiminde inceltiyordu.
Attığı her adımda bilinçli ve hesaplıydı. Sanki bir ‘beş yıllık kalkınma planı’ uyarınca, önce yalnız sesiyle, radyo emisyonları ve plaklarıyla dinleyiciyi fethetti. Şarkıları dillerden düşmeyen, resimleri dergileri süsleyen, cinsel yönelimi konusunda kulaktan kulağa söylentiler yayılan bir şöhret olarak, sıradan bir genç gibi İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girip kazandı, Süsleme Sanatları bölümüne yıllarca sektirmeden devam etti. Sonunda başarıyla mezun oldu. Semih Balcıoğlu'nun anılarında anlattığına göre, Fikret Otyam ve çetesi, Akademi'ye kayıt yaptırdığı günlerde Zeki Müren için kinayeli hoş geldin afişleri hazırlayıp sağa sola asmışlardı. Ama bu tür cinsel imalara çoktan şerbetli Zeki Müren, hepsine gülüp geçmiş, herkesle kısa sürede kaynaşmıştı.
Soldan saat yönünde
Annesi Hayriye Müren ve babası Kaya Müren ile. Paris'te Eyfel Kulesi'nin önünde. İlk röportajlarından birinde ona şöhret yolunu açan radyonun önünde poz vermişti. Gönül Yazar, Zeki Müren'in havuz kenarında fotoğrafını çekiyor. Başrolü Türkan Şoray ile paylaştığı 'Düğün Gecesi' filminde rolü gereği çıtkırıldım bir erkek olmadığını kanıtlamaya çalıştığı karate sahnesinde.
ASKERDEN SONRA PULLU CEKET
1951’de başladığı radyo programları ve plaklardan sonra, 1953'te sıra sinemaya geldi.İlk filmi ‘Beklenen Şarkı’da, sevgilisinin annesi (ve babasının eski sevgilisi) rolündeki Cahide Sonku'yla beraber oynadı, bir konservatuar hademesini canlandırdı. Akademi'den hocası Sabih Gözen'in şiiri üzerine yaptığı, filmle aynı ismi taşıyan beste, ilk büyük hiti oldu: "Gözlerinin içine başka hayal girmesin, bana ait çizgiler dikkat et silinmesin." Hemen arkasından ‘Manolya’, ‘Bir Demet Yasemen’ ve ‘Şimdi Uzaklardasın’ besteleri geldi. Bu ‘kare as’tan üçünün güçlü ve akılda kalıcı valsler olması, radyo emisyonlarında okuduğu neo klasik eserlerin yanında hiç sırıtmıyor, tam tersine onun gelenekseli moderne bağlayan sağlam bir köprü olacağını müjdeliyordu. Dramalı Hasan, Muhlis Sabahattin Ezgi gibi alafrangaya kapı aralayan bestecilere tutkundu, en az Sadullah Ağa'lara, Şevki Bey'lere tutkun olduğu kadar. Tamamına erdiremediği en büyük hayali, Türk sanat musikisinin eski büyük üstatlarının hayatını, Avrupai bir revü halinde sahneye koymaktı.
İzmir Fuarı ve küçük bir Anadolu turnesinin ardından ilk büyük içkili gazino tecrübesini, 1955'te astronomik bir ücret karşılığı Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu'nda yaşadı. Repertuarında, yüzyıl başlarının eski eserlerinden Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar gibi çağdaşlara, ‘Manolya’ ve ‘Avare’den halk türkülerine kadar yok yoktu. Radyonun en büyük yıldızı, 24 yaşında, artık sahnelerin de en büyüğüydü. Radyodaki ağırlığı ve ciddiyeti kırılmış, kıvraklığıyla, neşesiyle, şakalarıyla gazino seyircisini avucunun içine almıştı. Bu espritüel ve ağzı bozuk Zeki Müren'e, o güne kadar sadece yakın arkadaşları ve gazeteciler aşinaydı. 1955'te, Yeni Yıldız dergisinde Vecdi Benderli,"Şimdiye kadar iyi kötü birçok insan tanıdım, fakat Zeki kadar tatlı küfür edene rastlamadım. Bir küfrün Zeki'nin ağzında Hacı Bekir lokumu kadar lezzetli oluşuna ister inanın, ister inanmayın"diye yazmıştı.
Sahnede sergilediği enerji, repertuarını aşıyor, kıyafetlerinden taşıyordu.İlk günlerdeki bembeyaz frakı, sedef payetlerle işlenmiş gömleği, papyonundaki inci tanesi ve pantolonundaki elmas taşlarla bezenmiş kordon, yıllar içinde, Susamış İstiridye, Yakut Kadeh, Çocukluğumun Bayram Yeri, Çapkın Kızılcıklar, Şampanyanın Rüyası, Avucumdaki Dua, Uzaydan Gelen Prens gibi isimler taktığı kostümlere, parlak, göz alıcı ceketlere, pelerinlere, mini eteklere, apartman topuklu çizmelere evrilecekti.
1958'de, ilk kez rengârenk, tepeden tırnağa pullarla işlenmiş bir ceketle sahneye çıktığında askeriyeden yeni terhis olmuştu. 1970'te, ilk kez sahnede mini etek giydiğinde, babası yeni vefat etmişti. Bunlar herhalde basit birer tesadüf değildi.
SAHNEDE SALINCAKLAR, ŞELALELER, KARLAR
Zeki Müren, hayattayken de, öldükten sonra da sık sık Amerikalı şarkıcı Liberace'yle karşılaştırıldı, ona öykünmekle itham edildi. İkisi neredeyse eşzamanlı biçimde, abartılı kostümlere bürünüp izleyenleri şoka sokuyorlardı. Düpedüz bir taklit mi, yoksa o günlerde pek kullanılmayan tabirle ‘ruh ikizliği’ mi söz konusuydu? Zeki Müren'e sorarsanız “Bu sadece bir ruh beraberliğidir” diyordu.Kim bilir, belki de Zeki Müren Liberace'ye baktıkça şu dünyada yalnız olmadığını hissediyor, belki de ona bir aynaya bakar gibi bakıyordu.Şatafatlı, zengin, ‘lüküs hayat’ı seven, krallarla, kraliçelerle aşık atan Amerikalı piyanist Liberace, kendine ‘tek kişilik Disneyland’ diyordu. O halde Zeki Müren de, küçük Amerika olmaya heveslenen fakir Türkiye'nin lunaparkıydı.
Demokrat Parti'ye muhalefetiyle tanınan Akis dergisi, 1960 Şubat'ındaki bir sayısında, Zeki Müren'i kapağa taşımış,"Time dergisi Amerika'nın Zeki Müren'i Liberace'yi okurlarına tanıtıyorsa, biz neden Zeki Müren'e kayıtsız kalalım" diye yazmıştı. Böylece Zeki Müren, magazin dergilerinden sonra ilk defa siyasi bir derginin kapağında boy gösterdi. Akis onu şöyle tarif ediyordu: "Hiç şüphesiz İnönü ve Menderes'ten sonra memleketin en şöhretli insanı."
1960 sonbaharından itibaren Zeki Müren ismi, Fahrettin Aslan'ın Maksim Gazinosu'yla özdeşleşti. Maksim'in sahnesine salıncaklarla mı inmedi, karlar mı yağdırmadı, şelaleler mi akıtmadı? En uçuk, en açık kıyafetlerini orada denedi. Ama beyazperdede, 18 yılda çevirdiği 18 filmin çoğunda bu görkemli sahne personasının uzağında, halktan kişileri, sade, dürüst, yufka yürekli delikanlıları oynadı. ‘Altın Kafes’in tamirci çırağı, ‘Hindistan Cevizi’nin maceraperest serserisi, ‘İstanbul Kaldırımları’nın sokak şarkıcısı, ‘Bahçevan’ın kentsel dönüşüme direnen zerzevatçısıydı. ‘Düğün Gecesi’nde, "Ben senin gibi hanım hanımcık erkeklerden hoşlanmam" diyen Türkan Şoray'a nispet olsun diye karate ve halter çalışan, barlarda kavga çıkaran bir Zeki Müren görmek herkesi şaşırttı. Bugün hâlâ bu film üstünden onu kendine sadık kalmamakla, maçoluğa teslim olmakla suçlayanlar var. Oysa bu sulu komedi filmindeki malum sahneler onu kaba saba bir erkek olarak göstermek şöyle dursun, çıtkırıldımlığının altını iyice çiziyordu.
Şıklık onun işi
Zeki Müren, en sıradışı kostümler kadar ağırbaşlı takım elbiseleri de hakkıyla taşırdı. 1970'lerden yansıyan karede, bu stili de saçı, makyajı ve gözlüğüyle kendine göre yorumladığını görüyoruz.
‘TEATRAL’ İTİRAFLAR
Basın yayın organlarının tavrı, ona bir sevgili bulup bir an evvel baş göz etmekle, imalar yoluyla eşcinsel olduğunu itiraf ettirmek arasında salınıp durdu on yıllar boyunca. Ama o her seferinde ustaca tehlikeyi savuşturdu. Kimi zaman "İlk aşkım iri zümrüt yeşili gözlü Bursalı bir kızdı", kimi zaman "Önümüzdeki bahar annem mürüvvetimi görecek" yalanlarını üfürüyor, kimi zaman "İnşallah ilerde evleneceğim. Kızım da olsa, oğlum da olsa ismini Vefa koymak istiyorum. Dünyada vefadan daha değerli ne olabilir ki?" diyerek topu taca atıyordu. Eşcinsellik konusunda söz almak için hiç parmak kaldırmadı. Belki de bu sessizlik onu korkusuz kıldı. Kılığının, kıyafetinin, sahne fotoğraflarının yansıttığı ışık, bu konuda kendisinden ısrarla beklenen bir deklarasyondan her zaman daha aydınlıktı. Eşcinsel sanatçıların kaderi dünyanın her yerinde aynı. Marc Almond, (ki Zeki Müren ve Bülent Ersoy hayranıdır) otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Hep bana sorarlar, hep ağzımdan duymak isterler, öyle miyim, değil miyim? Kimliğim açık. İlla teyit etmem mi lazım? Stevie Wonder’a gidip ‘Siz siyahi misiniz?’ diye soruyor musunuz?”
Tiyatro sahnesi bir istisnaydı. Kitlesel bir sanat olan sinemada ‘Kız Mehmet’ isimli bir senaryoyu geri çevirdi, ama 1965'te Arena Tiyatrosu'nda, Cüneyt Gökçer yönetimindeki ‘Çay ve Sempati’de, efemine halleri nedeniyle sanki eşcinselmişçesine arkadaşlarının gadrine uğrayan liseli Tom Lee'yi canlandırdı. Gerçi piyesin sonunda Tom Lee, öğretmeni Laura'yla yatarak erkekliğini ispat ediyordu, ama Zeki Müren "Türkiye için cesaret isteyen bir piyes" derken haklıydı. ‘Çay ve Sempati’, anavatanı ABD'de bile az tepki toplamamıştı. Üstelik bu oyundan birkaç yıl sonra, tekrar bu işin üstüne gitmeye niyetlendi. Proje iptal edilmeseydi, o yıllarda İstanbul'u mesken tutan Amerikalı yazar James Baldwin'in ‘Giovanni'nin Odası’ romanının sahne uyarlamasında, eşcinsel sevgiliyi oynayacaktı.
Türkiye müziğindeki 1960'lar Rönesansı’nın en nadide aktörlerinden biriydi. Bir Napoliten şarkıdan uyarladığı ‘Yaseminler Solmadan Gel’le aranjman akımının ve hatta Alevi ozan Ali İzzet Özkan'ın ‘Mühür Gözlüm’üne getirdiği yorumla Anadolu popun öncüsüydü. Sahnelere 1950'lerin ortalarından itibaren getirdiği hareket, ritm ve temaşa aşısı, Elvis'ten David Bowie'ye, Batı başkentlerinde rock sanatçılarının yeniliklerine eşdeğerdi. Batı’da popüler müzik tarihini “Rock'n'roll’dan önce ve sonra” diye nitelemek ne kadar doğalsa, Türkiye’nin popüler müzik tarihini de, bir milat olduğunu teslim ederek, “Zeki Müren’den önce ve sonra” diye değerlendirmek doğal.
Soldan saat yönünde
1966'da sahnelere dönmesini sağladığı Ajda Pekkan ile dudak dudağa. Yıllar sonra "Koyu Müzeyyenciyim" diye söz ettiği dostu Müzeyyen Senar ile de aynı pozu veriyor. Cüneyt Arkın ile Şile'de. Mustafa Kemal'in Harbiye Mektebi'ndeki hocalarından Osman Nuri Koptagel'in oğlu Şahap Koptagel hayatı boyunca en yakın dostlarından biri oldu. 1990'larda tamamen yerleştiği Bodrum'da.
BODRUM SÜRGÜNÜ
Ekip biçtiği asıl tarlada, Türk sanat müziğinde ise 1960'lı yıllarda pek çok besteci, Zeki Müren'den aldıkları ilhamla, sırf Zeki Müren okusun diye sade bir dille, yenilikçi şarkılar yazıyorlardı. ‘Güneş’liğinde bir gerçek payı varsa, tam da buradan geliyordu. Alaturka camiasında sanki her şey Zeki Müren'in ekseni etrafında dönüyordu. 1940'larda sinema salonlarının ilanlarında, filmleri methetmek için kullanılan ve çoktandır unutulan ‘Sanat Güneşi’ sıfatı, 1967'de birdenbire Zeki Müren ismine ekleniverecekti.
Aslında 1967, bir duraklama devrinin başlangıcını işaret ediyordu Zeki Müren tarihinde. Yine aynı sene Bodrum'u keşfetmişti. Çok geçmeden oraya yerleşecek, 1984'te son konserini orada verecek, 1990'larda inzivaya orada çekilecek, Halikarnas Balıkçısı'ndan sonra Bodrum'un ikinci sembolü olacaktı.
Televizyon 1970'lerin ortasından başlayarak her eve girip ülkenin yeni güneşi haline gelince, tıpkı bir zamanlar radyonun yaptığı gibi, kendi yıldızlarını yaratmaya girişti. Televizyon kültürü baskın hale geldikçe, sinema ve gazinoların ipi çekiliyordu. Zeki Müren'i zirveye taşıyan araçlar birer birer tedavülden kalkıyor gibiydi. 1970'lerin sonuna kadar direndi, plak doldurmaya devam etse de, sahneyi bıraktığını açıkladı, birkaç özel Bodrum Kalesi konseriyle, arada sırada TV programlarıyla 30 yıllık bir efsanenin son rötuşlarını tamamladı. Doğrusu 1980'li yılların sonundaki vasiyet şarkısı da, her efsaneye nasip olmayan, müthiş bir finaldi: "Dertli gönüllere giren / İşte benim Zeki Müren".
1996'da, Bodrum'dan zorlukla kalkıp gittiği İzmir'de, Kültürpark TRT stüdyosundaki bir çekimde, 42 yıl önce profesyonel olarak sahne aldığı ilk saz bahçesinin birkaç yüz metre ötesinde kalbi durdu. Doğduğu toprağa, Bursa'ya gömüldü.
Sağlığı gitgide bozulmuş, kendini tamamen hastalıklara bırakmıştı, ama en parlak yıllarında dahi ölümle hep hesaplaşma halindeydi. Ölümden değilse de, galiba erken ölmekten korkuyordu. Marilyn Monroe'nun intihar ettiğini öğrendiğinde üzüntüden kahrolmuştu. 1963'te, çok merak ettiği ABD’ye ilk defa bir seyahat yaptı. New York'a, Las Vegas'a gitti, gece kulüplerini, varoluşçu lokantaları, kumarhaneleri, süpermarketleri, otelde renkli TV'yi, sinemada ‘Arabistanlı Lawrence’ı, ‘Kleopatra’yı gördü, mumya müzesinde Liberace'ın mumyasıyla fotoğraf çektirdi, J.F. Kennedy suikastının derin şaşkınlığını yaşadı, ama en çok Marilyn Monroe'nun duvar mezarlığındaki kabrinden etkilendi, bir buket çiçekle başında saatler geçirdi. Günlüğüne şu satırları düştü: "Amerika'da her şey zannettiğimden büyük. Kabir hariç."
Tempo
Yerel, geleneksel, güncel... Batılı, modern, evrensel... Bir taraftan Tanburi Cemil Bey geleneğinden kopup gelen bir alaturka, diğer taraftan ‘La Paloma’dan kalkıp ‘La Mamma’ya konan bir alafranga. Türkiye’nin gerçek pop ikonu. Cemal Süreya’nın 1989’da dediği gibi “Ülkemizde hem çok büyük görülüp hem pek ciddiye alınmayan tek kişi o belki de.” Ama şimdi Enrico Macias'tan Halit Ergenç'e pek çok ismin, söz ve müziği ona ait parçaları seslendireceği saygı albümü çıkarken, Zeki Müren’i sevgiyle anmanın tam zamanı.
Derya Bengi
1974'te İzmir Fuarı'nda yapılan karşılama töreninde Zeki Müren Uzaydan Gelen Prens kostümüyle, bu tören için özel hazırlanan 'ay örümceği'nin önünde.
Henüz 19 yaşını yeni doldurmuştu. 1951 senesinin ilk akşamında, cılız frekansı Marmara bölgesinden öteye ulaşmayan İstanbul Radyosu'ndaki ilk seansında şöhreti yakaladı. İstanbul'un nüfusu 1 milyon, Türkiye'ninki 21 milyon, ülkedeki toplam radyo sayısı taş çatlasa 320 bindi. Ama radyo-magazin dergileri peynir ekmek gibi satmaya başlamıştı. O mucize sesin sahibini de işte o dergiler bütün ülkeye tanıttı. Müzeyyen Senar hayranı, gözlüklü, çelimsiz, kibar, romantik bir gençti Zeki Müren.
1931'de, Bursa'da, orta halli bir evde doğdu. Ailesinin bir tarafı Mora Yarımadası, bir tarafı Bulgaristan göçmeniydi. Kereste tüccarı, suskun, akşamcı bir baba. Hayat dolu, ama hayalleri suya düşmüş, bıkkın bir anne. Küçük Zeki hem annesinin hem babaannesinin kuzusu olarak büyüdü. Ama herkesin birbiriyle çekiştiği bu mutsuz evdeki esas sığınağı Ankara Radyosu'ndan süzülen nağmelerdi. Bütün gün bez bebekleriyle ve makasla siyah kartondan oyduğu plaklarıyla oyalanır ya da küçük arka bahçedeki yalağın önünde kurduğu sahnede, elinde mikrofon niyetine tuttuğu kibrit kutusuyla, komşu çocuklarını rica minnet karşısına oturtup şarkılar söylerdi.
Okulda çalışkan, uysal bir öğrenciydi, resme kabiliyetliydi, eline bir kalem aldığında defterine, gazete sayfalarına desenler, yelkenliler, en çok da şuh, alımlı kadın çehreleri çizerdi.Sinemaya gelen müzikal Arap melodramlarını kaçırmazdı. Babasının, sünnetinde aldığı bisikletle tozlu yollarda gezer, 40 yılda bir ailecek Mudanya'ya denize, Uludağ eteklerinde pikniğe gidildiğinde biraz nefes alırdı. Bu taşra sıkıntısını dağıtan tek şey, yaz mevsiminde Tophane Bahçesi'ne İstanbul'dan gelen fasıl heyetleriydi. Briyantinli saçlı, altın dişli, esmer sazendelerin önünde şarkı söyleyen şifon mendilli, kloş etekli kızları en önden izlerdi. "Sahneden gelen koku büyüleyiciydi. Makyaj, içki, ağır esans ve hela kokusu karışımıydı genizlere dolan. Çocuk bu kokunun esiri olmuştu, ömrü boyunca bu esaret devam edecekti” diye yazacaktı yıllar sonra çocukluğunu anlattığı not defterine.
Dinlediği her şarkıyı yutarcasına ezberine almakta mahirdi. Ailesinden ne destek ne de köstek gördü. Neredeyse kendi kendini yetiştirdi. Belki doğuştan oyuncuydu, ama Bursalı bir işadamının himayesine girmese merdivenleri üçer beşer tırmanamazdı. Dede Efendi için Üçüncü Selim ya da Haydn için Prens Esterházy neyse, Zeki Müren için Hayri Terzioğlu oydu. Onun sayesinde Bursalı üstatlardan ders almaya başladı, onun sayesinde yerel musiki çevrelerine girdi. Okuldaki derslerinde teklemeye başlayıp, soluğu kaçarcasına İstanbul'da alınca, Hayri Bey'in himmetiyle liseye ve müzik eğitimine devam etti. Arnavutköy sırtlarındaki tanınmış Boğaziçi Lisesi'nde yatılı okuyor, hafta sonları Beler Otel'de kalıp Beyoğlu'nun kozmopolit bohem dünyasına dalıyor, nazariyat ve usul bilgisini Şerif İçli'nin, Agopos Alyanak'ın denetiminde inceltiyordu.
Attığı her adımda bilinçli ve hesaplıydı. Sanki bir ‘beş yıllık kalkınma planı’ uyarınca, önce yalnız sesiyle, radyo emisyonları ve plaklarıyla dinleyiciyi fethetti. Şarkıları dillerden düşmeyen, resimleri dergileri süsleyen, cinsel yönelimi konusunda kulaktan kulağa söylentiler yayılan bir şöhret olarak, sıradan bir genç gibi İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin sınavlarına girip kazandı, Süsleme Sanatları bölümüne yıllarca sektirmeden devam etti. Sonunda başarıyla mezun oldu. Semih Balcıoğlu'nun anılarında anlattığına göre, Fikret Otyam ve çetesi, Akademi'ye kayıt yaptırdığı günlerde Zeki Müren için kinayeli hoş geldin afişleri hazırlayıp sağa sola asmışlardı. Ama bu tür cinsel imalara çoktan şerbetli Zeki Müren, hepsine gülüp geçmiş, herkesle kısa sürede kaynaşmıştı.
Soldan saat yönünde
Annesi Hayriye Müren ve babası Kaya Müren ile. Paris'te Eyfel Kulesi'nin önünde. İlk röportajlarından birinde ona şöhret yolunu açan radyonun önünde poz vermişti. Gönül Yazar, Zeki Müren'in havuz kenarında fotoğrafını çekiyor. Başrolü Türkan Şoray ile paylaştığı 'Düğün Gecesi' filminde rolü gereği çıtkırıldım bir erkek olmadığını kanıtlamaya çalıştığı karate sahnesinde.
ASKERDEN SONRA PULLU CEKET
1951’de başladığı radyo programları ve plaklardan sonra, 1953'te sıra sinemaya geldi.İlk filmi ‘Beklenen Şarkı’da, sevgilisinin annesi (ve babasının eski sevgilisi) rolündeki Cahide Sonku'yla beraber oynadı, bir konservatuar hademesini canlandırdı. Akademi'den hocası Sabih Gözen'in şiiri üzerine yaptığı, filmle aynı ismi taşıyan beste, ilk büyük hiti oldu: "Gözlerinin içine başka hayal girmesin, bana ait çizgiler dikkat et silinmesin." Hemen arkasından ‘Manolya’, ‘Bir Demet Yasemen’ ve ‘Şimdi Uzaklardasın’ besteleri geldi. Bu ‘kare as’tan üçünün güçlü ve akılda kalıcı valsler olması, radyo emisyonlarında okuduğu neo klasik eserlerin yanında hiç sırıtmıyor, tam tersine onun gelenekseli moderne bağlayan sağlam bir köprü olacağını müjdeliyordu. Dramalı Hasan, Muhlis Sabahattin Ezgi gibi alafrangaya kapı aralayan bestecilere tutkundu, en az Sadullah Ağa'lara, Şevki Bey'lere tutkun olduğu kadar. Tamamına erdiremediği en büyük hayali, Türk sanat musikisinin eski büyük üstatlarının hayatını, Avrupai bir revü halinde sahneye koymaktı.
İzmir Fuarı ve küçük bir Anadolu turnesinin ardından ilk büyük içkili gazino tecrübesini, 1955'te astronomik bir ücret karşılığı Küçük Çiftlik Parkı Gazinosu'nda yaşadı. Repertuarında, yüzyıl başlarının eski eserlerinden Sadettin Kaynak ve Selahattin Pınar gibi çağdaşlara, ‘Manolya’ ve ‘Avare’den halk türkülerine kadar yok yoktu. Radyonun en büyük yıldızı, 24 yaşında, artık sahnelerin de en büyüğüydü. Radyodaki ağırlığı ve ciddiyeti kırılmış, kıvraklığıyla, neşesiyle, şakalarıyla gazino seyircisini avucunun içine almıştı. Bu espritüel ve ağzı bozuk Zeki Müren'e, o güne kadar sadece yakın arkadaşları ve gazeteciler aşinaydı. 1955'te, Yeni Yıldız dergisinde Vecdi Benderli,"Şimdiye kadar iyi kötü birçok insan tanıdım, fakat Zeki kadar tatlı küfür edene rastlamadım. Bir küfrün Zeki'nin ağzında Hacı Bekir lokumu kadar lezzetli oluşuna ister inanın, ister inanmayın"diye yazmıştı.
Sahnede sergilediği enerji, repertuarını aşıyor, kıyafetlerinden taşıyordu.İlk günlerdeki bembeyaz frakı, sedef payetlerle işlenmiş gömleği, papyonundaki inci tanesi ve pantolonundaki elmas taşlarla bezenmiş kordon, yıllar içinde, Susamış İstiridye, Yakut Kadeh, Çocukluğumun Bayram Yeri, Çapkın Kızılcıklar, Şampanyanın Rüyası, Avucumdaki Dua, Uzaydan Gelen Prens gibi isimler taktığı kostümlere, parlak, göz alıcı ceketlere, pelerinlere, mini eteklere, apartman topuklu çizmelere evrilecekti.
1958'de, ilk kez rengârenk, tepeden tırnağa pullarla işlenmiş bir ceketle sahneye çıktığında askeriyeden yeni terhis olmuştu. 1970'te, ilk kez sahnede mini etek giydiğinde, babası yeni vefat etmişti. Bunlar herhalde basit birer tesadüf değildi.
SAHNEDE SALINCAKLAR, ŞELALELER, KARLAR
Zeki Müren, hayattayken de, öldükten sonra da sık sık Amerikalı şarkıcı Liberace'yle karşılaştırıldı, ona öykünmekle itham edildi. İkisi neredeyse eşzamanlı biçimde, abartılı kostümlere bürünüp izleyenleri şoka sokuyorlardı. Düpedüz bir taklit mi, yoksa o günlerde pek kullanılmayan tabirle ‘ruh ikizliği’ mi söz konusuydu? Zeki Müren'e sorarsanız “Bu sadece bir ruh beraberliğidir” diyordu.Kim bilir, belki de Zeki Müren Liberace'ye baktıkça şu dünyada yalnız olmadığını hissediyor, belki de ona bir aynaya bakar gibi bakıyordu.Şatafatlı, zengin, ‘lüküs hayat’ı seven, krallarla, kraliçelerle aşık atan Amerikalı piyanist Liberace, kendine ‘tek kişilik Disneyland’ diyordu. O halde Zeki Müren de, küçük Amerika olmaya heveslenen fakir Türkiye'nin lunaparkıydı.
Demokrat Parti'ye muhalefetiyle tanınan Akis dergisi, 1960 Şubat'ındaki bir sayısında, Zeki Müren'i kapağa taşımış,"Time dergisi Amerika'nın Zeki Müren'i Liberace'yi okurlarına tanıtıyorsa, biz neden Zeki Müren'e kayıtsız kalalım" diye yazmıştı. Böylece Zeki Müren, magazin dergilerinden sonra ilk defa siyasi bir derginin kapağında boy gösterdi. Akis onu şöyle tarif ediyordu: "Hiç şüphesiz İnönü ve Menderes'ten sonra memleketin en şöhretli insanı."
1960 sonbaharından itibaren Zeki Müren ismi, Fahrettin Aslan'ın Maksim Gazinosu'yla özdeşleşti. Maksim'in sahnesine salıncaklarla mı inmedi, karlar mı yağdırmadı, şelaleler mi akıtmadı? En uçuk, en açık kıyafetlerini orada denedi. Ama beyazperdede, 18 yılda çevirdiği 18 filmin çoğunda bu görkemli sahne personasının uzağında, halktan kişileri, sade, dürüst, yufka yürekli delikanlıları oynadı. ‘Altın Kafes’in tamirci çırağı, ‘Hindistan Cevizi’nin maceraperest serserisi, ‘İstanbul Kaldırımları’nın sokak şarkıcısı, ‘Bahçevan’ın kentsel dönüşüme direnen zerzevatçısıydı. ‘Düğün Gecesi’nde, "Ben senin gibi hanım hanımcık erkeklerden hoşlanmam" diyen Türkan Şoray'a nispet olsun diye karate ve halter çalışan, barlarda kavga çıkaran bir Zeki Müren görmek herkesi şaşırttı. Bugün hâlâ bu film üstünden onu kendine sadık kalmamakla, maçoluğa teslim olmakla suçlayanlar var. Oysa bu sulu komedi filmindeki malum sahneler onu kaba saba bir erkek olarak göstermek şöyle dursun, çıtkırıldımlığının altını iyice çiziyordu.
Şıklık onun işi
Zeki Müren, en sıradışı kostümler kadar ağırbaşlı takım elbiseleri de hakkıyla taşırdı. 1970'lerden yansıyan karede, bu stili de saçı, makyajı ve gözlüğüyle kendine göre yorumladığını görüyoruz.
‘TEATRAL’ İTİRAFLAR
Basın yayın organlarının tavrı, ona bir sevgili bulup bir an evvel baş göz etmekle, imalar yoluyla eşcinsel olduğunu itiraf ettirmek arasında salınıp durdu on yıllar boyunca. Ama o her seferinde ustaca tehlikeyi savuşturdu. Kimi zaman "İlk aşkım iri zümrüt yeşili gözlü Bursalı bir kızdı", kimi zaman "Önümüzdeki bahar annem mürüvvetimi görecek" yalanlarını üfürüyor, kimi zaman "İnşallah ilerde evleneceğim. Kızım da olsa, oğlum da olsa ismini Vefa koymak istiyorum. Dünyada vefadan daha değerli ne olabilir ki?" diyerek topu taca atıyordu. Eşcinsellik konusunda söz almak için hiç parmak kaldırmadı. Belki de bu sessizlik onu korkusuz kıldı. Kılığının, kıyafetinin, sahne fotoğraflarının yansıttığı ışık, bu konuda kendisinden ısrarla beklenen bir deklarasyondan her zaman daha aydınlıktı. Eşcinsel sanatçıların kaderi dünyanın her yerinde aynı. Marc Almond, (ki Zeki Müren ve Bülent Ersoy hayranıdır) otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Hep bana sorarlar, hep ağzımdan duymak isterler, öyle miyim, değil miyim? Kimliğim açık. İlla teyit etmem mi lazım? Stevie Wonder’a gidip ‘Siz siyahi misiniz?’ diye soruyor musunuz?”
Tiyatro sahnesi bir istisnaydı. Kitlesel bir sanat olan sinemada ‘Kız Mehmet’ isimli bir senaryoyu geri çevirdi, ama 1965'te Arena Tiyatrosu'nda, Cüneyt Gökçer yönetimindeki ‘Çay ve Sempati’de, efemine halleri nedeniyle sanki eşcinselmişçesine arkadaşlarının gadrine uğrayan liseli Tom Lee'yi canlandırdı. Gerçi piyesin sonunda Tom Lee, öğretmeni Laura'yla yatarak erkekliğini ispat ediyordu, ama Zeki Müren "Türkiye için cesaret isteyen bir piyes" derken haklıydı. ‘Çay ve Sempati’, anavatanı ABD'de bile az tepki toplamamıştı. Üstelik bu oyundan birkaç yıl sonra, tekrar bu işin üstüne gitmeye niyetlendi. Proje iptal edilmeseydi, o yıllarda İstanbul'u mesken tutan Amerikalı yazar James Baldwin'in ‘Giovanni'nin Odası’ romanının sahne uyarlamasında, eşcinsel sevgiliyi oynayacaktı.
Türkiye müziğindeki 1960'lar Rönesansı’nın en nadide aktörlerinden biriydi. Bir Napoliten şarkıdan uyarladığı ‘Yaseminler Solmadan Gel’le aranjman akımının ve hatta Alevi ozan Ali İzzet Özkan'ın ‘Mühür Gözlüm’üne getirdiği yorumla Anadolu popun öncüsüydü. Sahnelere 1950'lerin ortalarından itibaren getirdiği hareket, ritm ve temaşa aşısı, Elvis'ten David Bowie'ye, Batı başkentlerinde rock sanatçılarının yeniliklerine eşdeğerdi. Batı’da popüler müzik tarihini “Rock'n'roll’dan önce ve sonra” diye nitelemek ne kadar doğalsa, Türkiye’nin popüler müzik tarihini de, bir milat olduğunu teslim ederek, “Zeki Müren’den önce ve sonra” diye değerlendirmek doğal.
Soldan saat yönünde
1966'da sahnelere dönmesini sağladığı Ajda Pekkan ile dudak dudağa. Yıllar sonra "Koyu Müzeyyenciyim" diye söz ettiği dostu Müzeyyen Senar ile de aynı pozu veriyor. Cüneyt Arkın ile Şile'de. Mustafa Kemal'in Harbiye Mektebi'ndeki hocalarından Osman Nuri Koptagel'in oğlu Şahap Koptagel hayatı boyunca en yakın dostlarından biri oldu. 1990'larda tamamen yerleştiği Bodrum'da.
BODRUM SÜRGÜNÜ
Ekip biçtiği asıl tarlada, Türk sanat müziğinde ise 1960'lı yıllarda pek çok besteci, Zeki Müren'den aldıkları ilhamla, sırf Zeki Müren okusun diye sade bir dille, yenilikçi şarkılar yazıyorlardı. ‘Güneş’liğinde bir gerçek payı varsa, tam da buradan geliyordu. Alaturka camiasında sanki her şey Zeki Müren'in ekseni etrafında dönüyordu. 1940'larda sinema salonlarının ilanlarında, filmleri methetmek için kullanılan ve çoktandır unutulan ‘Sanat Güneşi’ sıfatı, 1967'de birdenbire Zeki Müren ismine ekleniverecekti.
Aslında 1967, bir duraklama devrinin başlangıcını işaret ediyordu Zeki Müren tarihinde. Yine aynı sene Bodrum'u keşfetmişti. Çok geçmeden oraya yerleşecek, 1984'te son konserini orada verecek, 1990'larda inzivaya orada çekilecek, Halikarnas Balıkçısı'ndan sonra Bodrum'un ikinci sembolü olacaktı.
Televizyon 1970'lerin ortasından başlayarak her eve girip ülkenin yeni güneşi haline gelince, tıpkı bir zamanlar radyonun yaptığı gibi, kendi yıldızlarını yaratmaya girişti. Televizyon kültürü baskın hale geldikçe, sinema ve gazinoların ipi çekiliyordu. Zeki Müren'i zirveye taşıyan araçlar birer birer tedavülden kalkıyor gibiydi. 1970'lerin sonuna kadar direndi, plak doldurmaya devam etse de, sahneyi bıraktığını açıkladı, birkaç özel Bodrum Kalesi konseriyle, arada sırada TV programlarıyla 30 yıllık bir efsanenin son rötuşlarını tamamladı. Doğrusu 1980'li yılların sonundaki vasiyet şarkısı da, her efsaneye nasip olmayan, müthiş bir finaldi: "Dertli gönüllere giren / İşte benim Zeki Müren".
1996'da, Bodrum'dan zorlukla kalkıp gittiği İzmir'de, Kültürpark TRT stüdyosundaki bir çekimde, 42 yıl önce profesyonel olarak sahne aldığı ilk saz bahçesinin birkaç yüz metre ötesinde kalbi durdu. Doğduğu toprağa, Bursa'ya gömüldü.
Sağlığı gitgide bozulmuş, kendini tamamen hastalıklara bırakmıştı, ama en parlak yıllarında dahi ölümle hep hesaplaşma halindeydi. Ölümden değilse de, galiba erken ölmekten korkuyordu. Marilyn Monroe'nun intihar ettiğini öğrendiğinde üzüntüden kahrolmuştu. 1963'te, çok merak ettiği ABD’ye ilk defa bir seyahat yaptı. New York'a, Las Vegas'a gitti, gece kulüplerini, varoluşçu lokantaları, kumarhaneleri, süpermarketleri, otelde renkli TV'yi, sinemada ‘Arabistanlı Lawrence’ı, ‘Kleopatra’yı gördü, mumya müzesinde Liberace'ın mumyasıyla fotoğraf çektirdi, J.F. Kennedy suikastının derin şaşkınlığını yaşadı, ama en çok Marilyn Monroe'nun duvar mezarlığındaki kabrinden etkilendi, bir buket çiçekle başında saatler geçirdi. Günlüğüne şu satırları düştü: "Amerika'da her şey zannettiğimden büyük. Kabir hariç."
Tempo
↧
Murat Yıldırım: Bünyem sevgili istemiyor
Vatan
↧
Gökkuşağının üç rengi anılıyor
2014 yılında Şişli Belediye Başkanı Hayri İnönü’nün danışmanı olduğunda bir yazı yazmıştım Boysan Yakar ile ilgili. Onu ve dünya güzeli annesi Sema Yakar’ı Can Candan’ın ‘Benim Çocuğum’ belgeseli vesilesiyle tanıdığımı. Belgeselin yönetmen yardımcısı, azimli bir LGBTİ aktivisti, müthiş değerli bir genç adamdı. Aynı zamanda Türkiye’de “kamuda çalışan ilk açık kimlikli erkek eşcinsel”di ve bunu cezasını da medyanın çirkin saldırılarıyla görmüştü. Hiçbir dürüstlük cezasız kalmaz bizde.
Sevgili Boysan’ı gökkuşağının parlak iki rengi olan değerli arkadaşları Zeliş Deniz ve Mert Serçe ile birlikte Gelibolu’da, tamamen suçsuz oldukları bir trafik kazasında kaybettik, geçen sene bugün.
Beş kişinin ölümüyle sonuçlanan kazanın sorumlusu sekiz ay hapis yattı ve şu anda serbest. Onun için hayat devam ediyor. Boysan, Zeliş ve Mert’in ailesi, arkadaşları, sevenleri içinse hiçbir şey aynı değil. Yine de acılarını başkaları için faydalı bir şeye dönştürerek çocuklarının anısını yaşatıyorlar.
Boysan’ı “Ailemizin gururu ve onuruydu” diye anlatan babası Hakan Yakar ile LGBTİ örgütlerinin ‘Sema anne’si Sema Yakar, oğullarının Elmadağ’daki evini sivil toplum kuruluşlarının kullanımına açtılar.
Onur Haftası’nda açılışı yapılan ‘Boysan’ın Evi’nde etkinlikler, sergiler, toplantılar düzenleniyor. Yaşamaya devam ediyor orası. Bugün saat 18.00’de ise Boysan, Mert ve Zeliş anılıyor.
Belediye başkanı danışmanı olduğunda ‘Danışmanın renkli görüntüleri’ diye Boysan Yakar’ın dalga geçmeye çalışanların korktuğu bütün renkler bir arada olacak. Bir arada ve daha güçlü.
Asu Maro - Milliyet
Sevgili Boysan’ı gökkuşağının parlak iki rengi olan değerli arkadaşları Zeliş Deniz ve Mert Serçe ile birlikte Gelibolu’da, tamamen suçsuz oldukları bir trafik kazasında kaybettik, geçen sene bugün.
Beş kişinin ölümüyle sonuçlanan kazanın sorumlusu sekiz ay hapis yattı ve şu anda serbest. Onun için hayat devam ediyor. Boysan, Zeliş ve Mert’in ailesi, arkadaşları, sevenleri içinse hiçbir şey aynı değil. Yine de acılarını başkaları için faydalı bir şeye dönştürerek çocuklarının anısını yaşatıyorlar.
Boysan’ı “Ailemizin gururu ve onuruydu” diye anlatan babası Hakan Yakar ile LGBTİ örgütlerinin ‘Sema anne’si Sema Yakar, oğullarının Elmadağ’daki evini sivil toplum kuruluşlarının kullanımına açtılar.
Onur Haftası’nda açılışı yapılan ‘Boysan’ın Evi’nde etkinlikler, sergiler, toplantılar düzenleniyor. Yaşamaya devam ediyor orası. Bugün saat 18.00’de ise Boysan, Mert ve Zeliş anılıyor.
Belediye başkanı danışmanı olduğunda ‘Danışmanın renkli görüntüleri’ diye Boysan Yakar’ın dalga geçmeye çalışanların korktuğu bütün renkler bir arada olacak. Bir arada ve daha güçlü.
Asu Maro - Milliyet
↧
↧
Uganda'da 8 yaşındaki çocuk 'lezbiyenlik'ten tutuklandı!
8 yaşındaki kız çocuğu suçlu bulunursa, “lezbiyen ilişki” sebebiyle hapse girecek
Uganda'da komşusu tarafından "diğer kızlarla romantik ilişkide bulunması” iddiasıyla polise ihbar edilen 8 yaşındaki kız çocuğu, polis sorgusunda okulda da benzer davranışlar sergilediğinin kayda geçmesinin ardından tutuklandı. Eğer suçlu bulunursa, “lezbiyen ilişki” sebebiyle hapse girecek.
KaosGL'nin Independent'a dayandırdığı habere göre, homofobik komşu ihbarında, çocuğun diğer kızları “cezbederek” tenha yerlerde “parmakla çeşitli cinsel aktiviteler” yaptıklarını iddia etmiş. Polis ise, çocuğun “lezbiyen olma” bilgisini başka çocuklara aktarıp aktarmadığını araştırdığını söylüyor.
Uganda'da eşcinsel ilişkilere yönelik ceza kanunu, ülkenin İngiliz sömürgesi yıllarına (1894-1962) dayanıyor. Başlangıçta sadece erkek erkeğe ilişkiler için geçerli olan yasa, şimdi lezbiyen ve biseksüel kadınları da içerecek şekilde genişletilmiş durumda.
http://t24.com.tr/haber/ugandada-8-yasindaki-cocuk-lezbiyenlikten-tutuklandi,358462
Uganda'da komşusu tarafından "diğer kızlarla romantik ilişkide bulunması” iddiasıyla polise ihbar edilen 8 yaşındaki kız çocuğu, polis sorgusunda okulda da benzer davranışlar sergilediğinin kayda geçmesinin ardından tutuklandı. Eğer suçlu bulunursa, “lezbiyen ilişki” sebebiyle hapse girecek.
KaosGL'nin Independent'a dayandırdığı habere göre, homofobik komşu ihbarında, çocuğun diğer kızları “cezbederek” tenha yerlerde “parmakla çeşitli cinsel aktiviteler” yaptıklarını iddia etmiş. Polis ise, çocuğun “lezbiyen olma” bilgisini başka çocuklara aktarıp aktarmadığını araştırdığını söylüyor.
Uganda'da eşcinsel ilişkilere yönelik ceza kanunu, ülkenin İngiliz sömürgesi yıllarına (1894-1962) dayanıyor. Başlangıçta sadece erkek erkeğe ilişkiler için geçerli olan yasa, şimdi lezbiyen ve biseksüel kadınları da içerecek şekilde genişletilmiş durumda.
http://t24.com.tr/haber/ugandada-8-yasindaki-cocuk-lezbiyenlikten-tutuklandi,358462
↧
LGBTİ dergisi Homojen, kâğıt baskıya geçti
Satış noktası bulmakta zorluk çekilen dergiye, şuan Beyoğlu’ndaki Limbo Consept mağazasından ulaşılabiliyor
E-dergi olarak yayın hayatına başlayan LGBTİ Kültür ve Yaşam Dergisi Homojen, Club Okey ve Limbo Consept mağazasının desteğiyle basılı olarak yayımlandı.
sendika.org’un haberine göre, 2015 yılının Eylül ayında e-dergi olarak yayın hayatına başlayan ve Ayı Sözlük bünyesindeki 70 kişilik gönüllü bir ekiple yoluna devam eden LGBTİ Kültür ve Yaşam Dergisi Homojen, Club Okey ve Limbo Consept mağazasının desteğiyle basılı olarak yayımlandı.
Derneklerin çıkardığı dergilerin dışında Türkiye’de basılı olarak çıkan ilk LGBTİ Kültür ve Yaşam dergisi olma özelliğini taşıyan derginin ilk sayısında Demet Sağıroğlu, Dilruba Saatçi, Çağla Akalın, Ebubekir Çetinkaya, Ece Dorsay, Esmeray, Meltem Arıkan, Ozan Bilen, Peyk, The Away Days ve Ümit Manay’ın röportajları yer alıyor.
Ayrıca birçok farklı konuda eleştirel ve akademik yazıların bulunduğu dergide sinema, tiyatro, sağlık yazılarına da yer veriliyor. Dergi içinde Türkiye’deki homomobi ve transfobi sebebiyle son dönemde artan ve Avrupa ülkeleri arasında ilk sırada bulunduğumuz nefret cinayetleri ve LGBTİ intiharlarına da dikkat çekiliyor.
Satış noktası bulmakta zorluk çekilen dergiye, şuan Beyoğlu’ndaki Limbo Consept mağazasından ulaşılabiliyor. Ayrıca mağazanın internet sitesi üzerinden Türkiye’nin her yerinden online sipariş verilebiliyor.
T24
E-dergi olarak yayın hayatına başlayan LGBTİ Kültür ve Yaşam Dergisi Homojen, Club Okey ve Limbo Consept mağazasının desteğiyle basılı olarak yayımlandı.
sendika.org’un haberine göre, 2015 yılının Eylül ayında e-dergi olarak yayın hayatına başlayan ve Ayı Sözlük bünyesindeki 70 kişilik gönüllü bir ekiple yoluna devam eden LGBTİ Kültür ve Yaşam Dergisi Homojen, Club Okey ve Limbo Consept mağazasının desteğiyle basılı olarak yayımlandı.
Derneklerin çıkardığı dergilerin dışında Türkiye’de basılı olarak çıkan ilk LGBTİ Kültür ve Yaşam dergisi olma özelliğini taşıyan derginin ilk sayısında Demet Sağıroğlu, Dilruba Saatçi, Çağla Akalın, Ebubekir Çetinkaya, Ece Dorsay, Esmeray, Meltem Arıkan, Ozan Bilen, Peyk, The Away Days ve Ümit Manay’ın röportajları yer alıyor.
Ayrıca birçok farklı konuda eleştirel ve akademik yazıların bulunduğu dergide sinema, tiyatro, sağlık yazılarına da yer veriliyor. Dergi içinde Türkiye’deki homomobi ve transfobi sebebiyle son dönemde artan ve Avrupa ülkeleri arasında ilk sırada bulunduğumuz nefret cinayetleri ve LGBTİ intiharlarına da dikkat çekiliyor.
Satış noktası bulmakta zorluk çekilen dergiye, şuan Beyoğlu’ndaki Limbo Consept mağazasından ulaşılabiliyor. Ayrıca mağazanın internet sitesi üzerinden Türkiye’nin her yerinden online sipariş verilebiliyor.
T24
↧
Grindr Guy
↧
İzmit’te Renkli Hareketler dikkat çekti.
Bifobi, transfobi vehomofobi karşıtlarının toplanıp basın açıklaması yaptıkları toplantıda “Patronsuz ve pezevenksiz bir dünya” sloganı dikkat çekti. Kocaeli LGBTİ inisiyatifi ise ayrımcılığa karşı dönüşüyoruz diyerek yeni bir soluk getirdi. Son yıllarda yaşanan cinayetlerin de üzerinde durulduğu mitingte basın açıklaması da yapıldı.
İzmit alternatif sahne de serbest kürsü oturumu yapıldı ve “Politikada LGBTİ Görünürlüğü” niteliğinde Sedef Çakmak ve Cihan Erdal’da katıldı. Ayrıca çok sayıda izmit escort ve gebze escort bayanın da katıldığı bu harekette özgür yaşamdan çokça bahsedildi. İnsanların özgürlüklerine gölge düşüren bu homofobik hareketlerin yaşanmaması adına düzenlenen toplantı olaysız sona erdi. Ayrıca mecliste LGBTİ belgesi de imzalandı.
Kaynak: http://www.orghaber.com.tr/yasam/izmitte-renkli-hareketler-dikkat-cekti-h8979.html
İzmit alternatif sahne de serbest kürsü oturumu yapıldı ve “Politikada LGBTİ Görünürlüğü” niteliğinde Sedef Çakmak ve Cihan Erdal’da katıldı. Ayrıca çok sayıda izmit escort ve gebze escort bayanın da katıldığı bu harekette özgür yaşamdan çokça bahsedildi. İnsanların özgürlüklerine gölge düşüren bu homofobik hareketlerin yaşanmaması adına düzenlenen toplantı olaysız sona erdi. Ayrıca mecliste LGBTİ belgesi de imzalandı.
Kaynak: http://www.orghaber.com.tr/yasam/izmitte-renkli-hareketler-dikkat-cekti-h8979.html
↧
↧
Ricky Martin erkek sevgilisiyle tatilde
Ünlü şarkıcı Ricky Martin bir süredir birlikte olduğu Suriye'de doğup, İsveç'te büyüyen, 2010 yılından itibaren İngiltere'de yaşayan kürt ressam sevgilisi Civan Yusuf ile birlikte tatile çıktı.
Dinlenmek için birçok ünlü gibi Ibiza'yı seçen çifte model Ester Canadas da eşlik etti.
Zaman zaman çeşitli yerlerde yatı demirleyip denize giren grup günün keyfini işte böyle çıkardı.
Milliıyet
Dinlenmek için birçok ünlü gibi Ibiza'yı seçen çifte model Ester Canadas da eşlik etti.
Zaman zaman çeşitli yerlerde yatı demirleyip denize giren grup günün keyfini işte böyle çıkardı.
Milliıyet
↧
Nick Velidakis by Joey Leo
↧
Erkek etekleri İstanbul'da kapış kapış; bakalım ilk kim giyecek!
Sosyal medyada gündem olan Zara'nın erkek eteğiyle ilgili fikirlerinizi alayım... Şimdiden Ekşi Sözlük'te erkek eteğiyle ilgili sayfalarca yorum yapılmış. Ee erkeğin tüm hatlarını cüretkar biçimde sergileyen daracık skinny jean'lerden sonra bunun gelmesine şaşmamalı! Erkek eteklerinin, kısa paça pantolonların tahtını sallayacağı da iddia ediliyor.
Erkek kafası, kadınınki kadar karmaşık değil. Bu etek mevzusuyla, aynanın önünde kafası karışacak ve dakikalarca vakit harcayacaklar. 'Bugün etek mi giysem, yoksa pantolon mu?' sorunsalı ile yanıp tutuşacaklar. Vay halinize beyler! Pantolon gibi tek bir seçenekle gayet iyi giyinebiliyorken, şimdi erkek kısmı ikileme düşecek. Olur da bir gün erkek elbisesi denklemi çıkarsa, iyice ayvayı yiyecek hemcinslerim! Etek konusunda cesaret gösteren ilk ünlü erkeğimiz kim olacak, göreceğiz. Diz boyundaki bu etekler, Zara'nın Nişantaşı mağazasında tükenmiş bile! Alanlar, sokağa çıkma cesareti gösteren ilk erkeğin gazıyla hareket edecek tabii. Hadi bakalım hodrimeydan! Bu trende uyacak erkekler, kışın altınıza kalın çorap giymeyi unutmayın. Üşütürsünüz mazallah!
Mert Vidinli - Sabah
Erkek kafası, kadınınki kadar karmaşık değil. Bu etek mevzusuyla, aynanın önünde kafası karışacak ve dakikalarca vakit harcayacaklar. 'Bugün etek mi giysem, yoksa pantolon mu?' sorunsalı ile yanıp tutuşacaklar. Vay halinize beyler! Pantolon gibi tek bir seçenekle gayet iyi giyinebiliyorken, şimdi erkek kısmı ikileme düşecek. Olur da bir gün erkek elbisesi denklemi çıkarsa, iyice ayvayı yiyecek hemcinslerim! Etek konusunda cesaret gösteren ilk ünlü erkeğimiz kim olacak, göreceğiz. Diz boyundaki bu etekler, Zara'nın Nişantaşı mağazasında tükenmiş bile! Alanlar, sokağa çıkma cesareti gösteren ilk erkeğin gazıyla hareket edecek tabii. Hadi bakalım hodrimeydan! Bu trende uyacak erkekler, kışın altınıza kalın çorap giymeyi unutmayın. Üşütürsünüz mazallah!
Mert Vidinli - Sabah
↧
“Tüm lanetli sıradışı insanlar / Onun yasını tutacak.”
Gündoğumundan birkaç dakika önce
Eşcinsel olduğu için hapsedilen, beş parasız kalan ve zamansız ölen OSCAR WILDE, geriye edebiyat dünyasının en önemli yapıtlarını bırakırken, modern dünyanın kapılarını açtı. Gündemimize yalnız, bu yıl 125'inci yıldönümünü kutladığımız başyapıtı 'Dorian Gray'in Portresi’yle değil, TBMM Anayasa Komisyonu'nda geçen ay yaşanan "O kim ya?" tartışmasıyla da gelen Wilde, eşsiz zekâsı, espri yeteneği ve kırılgan ruhuyla, gündoğumundan birkaç dakika evvel görülebilecek bir ilham perisi.
Tek roman
Asıl olarak tiyatro oyunları ve şiirler yazan Oscar Wilde'ın tek romanı 'Dorian Gray'in Portresi' gelmiş geçmiş en önemli edebiyat eserlerinden kabul ediliyor.
Bir defasında eski fotoğraf makinelerini toplayan bir adamla karşılaşmıştım. Onlarla çektiği fotoğraflarda soluk, alabildiğine bulanıklaşmış ve uçucu görüntüler yakalıyordu. Renkleri veya kompozisyonuyla öne çıkan değil, var mı yok mu bilemediğin, ilk rüzgârda uçacakmış gibi duran, fakat durgun bir havada aşağı çöken ruhları yakalayan fotoğraflar. Belki de ölümden önceki o son anın gizliliğini aydınlatıyordu kendince. Bozuk nesneleri hayata döndürerek yaşamın kimseye açmadığı, bilerek gizlediği yönlerini gün ışığına çıkarmaktaydı.
Bu fotoğraflar bana hep Dorian Gray’in tablosunu hatırlattı. “Oscar Wilde nasıl bir edebiyatçı?” diye sorulduğunda böyle bir yetenek geliyor gözümün önüne. Onun ‘günahı’ ve aynı zamanda yeteneği, bir mumun sönmeden evvelki son parıltısı gibi zekâ ve mecali kalmamış genç bir adamın yorulmak bilmez kaslarının kendini bıraktığı, zihninin dünyadan elini eteğini çektiği andaki sonsuz zarafetiydi. 1891 yılının haziran ayında Oxford’da okuyan 21 yaşındaki Uranüslü (bu tanım erkek bedeninde kadın ruhu taşıyanlara verilirdi) şair Lord Alfred ‘Bosie’ Douglas ile tanışmış, onu kendi Dorian Gray’i, ilham perisi yapmıştı. Aynı dönemde yazın hayatının en büyük eserlerini veriyordu. Ve bunlara tarihin en tutkulu aşk mektuplarını eklemekte gecikmeyecekti.
Gündoğumundan birkaç dakika evvel görülen bir rüya gibi yaşadığı aşklar onun dehasına güçlü bir kalp gibi kan pompalıyordu. Kışkırtıcı konuları, deneysel edebiyatı ve kendine özgü davranışlarıyla modern dünyanın kapılarını açmış ve hatta yazdıklarıyla 1970’lerin androjen müzisyenlerin atası, punk rock ve alternatif müziğin tutkulu ilham perisi olmuştu.
PAPATYALARIN SESİ
Puslu güz ayları, gri baharlar, zafer dolu yaz günleri... Kiliselerden yükselen sükûtun içinde yankılanan kahkahalar... Oscar Wilde, hayalleri için, gri ve soğuk bir şehrin içinde hiçbir pencerenin bakmadığı gizli bir bahçe seçmiş olmalı. Bu bahçede küçük bir de mezar var belki. Dokuz yaşında menenjitten ölen kız kardeşinin, bir şiirinde yattığı yerden papatyaların sesini dinlediğini yazdığı Isola’nın mezarı.
Oscar, Isola’dan üç sene önce 1854 yılında Dublin’de doğuyor. İnsanlar onu sonraları ‘Sör’ veya ‘Leydi’ olarak nitelendirseler de, orta halli bir aileden geliyor. Annesinin 'Speranza' takma adıyla şiirler yazan İrlanda milliyetçisi bir şair, babasınınsa ünlü bir göz ve kulak cerrahı olduğu biliniyor. Bir dönem evleri tıp ve sanat çevresinin uğrak yeri oluyor. Oscar Wilde, böyle bir ortamda Fransız ve Alman mürebbiyelerle büyüyor. Üniversiteyi okumak için ağabeyi Willie’yle aynı odayı paylaştığı Trinity College’a gittiğinde, Yunan edebiyatı ve sanatıyla ilk defa tanışıp üniversitenin Yunanca en büyük akademik ödülü olan Berkeley Altın Madalyası’nı kazanıyor. Burada ünlü bir profesör olan John Mahaffy ile hayatı kesişiyor. Ondan öğrendiği Helenistik kültür, yaşam tarzını ve hayata bakışını değiştirmesine neden oluyor. Yunan mitolojik figürlerinden Adonis gibi yakışıklı gençlere ilgi duymaya başlıyor ve tanrı Apollon kadar güçlü olmaya çalışıyor. Daha sonraları Oxford’da klasikler üzerine çalışmaya devam ediyor. Antik Roma, Yunan edebiyatı ve felsefesi onun hayatına damgasını böylece vuruyor. Kıyafetleri, gizli törenleri ve ritüelleri hoşuna gittiği için Oxford’daki Apollo Mason Loncası’na katılıp kısa zamanda en yüksek unvanlardan birine sahip oluyor. Bu dönemde saçlarını uzatıp boks gibi erkeksi sporlara merak salmasının yanı sıra dekadan sanat akımının en önemli figürlerinden biri haline geliyor. Süslerinin ağırlığından yürüyemeyen bir hanımefendi gibi, nesnelere karşı hastalık derecesinde bir duyarlılık beslemeye başlıyor. Oxford’daki odasını tavus kuşu tüyleri, papatyalar, Çin porselenleriyle dolduruyor. Kendini ve efsanesini yaratırken saldırılara da uğruyor ve her seferinde kendini savunmayı başarıyor. Aynı dönemde Ravenna adlı şiiriyle edebiyat alanında ilk ödülünü kazanıyor. O yıllarda öğrencileri arasında sefahati ve derslerde eşcinselliğin işlenmesini hoş gören bir yapısı olan Oxford onu zafer dolu bir kral gibi yükseltirken, aynı zamanda yok oluşunun da başlangıcını simgeliyor.
YUNAN TARZI AŞK
Oxford’dan mezun olmasının ardından Dublin’e dönen Wilde, eski sevgilisi Florence Balcombe’un, 'Dracula’nın yazarı Bram Stoker’la evlendiğini duyup yıkılıyor. İrlanda’dan ayrılıp bir daha Dublin’e dönmemeye yemin ediyor. Gerçekten de hayatının sonuna kadar bir iki kısa ziyaret dışında anayurduna hiç gitmiyor. Londra’da yaşadığı yıllarda, zengin bir avukatın kızı olan Constance Lloyd ile yakınlaşıyor. İkisi 1884 yılında evleniyor ve Constance’ın mirası sayesinde sefahat içinde yaşıyorlar. İkinci çocuklarının doğumuna kadar bu böyle sürüyor. Fakat zamanla Oscar evden uzaklaşıp kitaplarını yazabilmek için otellerde kalmaya başlıyor. Bu dönemde Robert Ross adında Kanadalı bir gazeteciyle tanışıyor. Wilde ile İngiliz edebiyat çevrelerinin akıl hocası konumundaki Ross, tutucu Viktorya İngiltere’sinde aşk yaşıyorlar.
Hayatı boyunca ruhunu klasiklerle yatıştıran Wilde, Antik Yunan’ın, Roma’nın hayat tarzlarıyla beslenmeye devam ediyor. Eşcinsel aşklar yaşaması da bunlardan biri. Yunan tarzı aşk, Antik Yunan’da erkek erkeğe cinsellik yaşamanın diğer adı olduğu kadar mitolojik ve entelektüel bir aşk da. Böylece Wilde, kendi çağında, başka çağların hayat tarzlarının izini sürerek ilerlemeye çalışıyor. Londra’da bir İrlandalı olmanın ağırlığına bir erkeğe âşık olmayı ekliyor. Karısından uzaklaştıkça parasız kalmaya ve toplum tarafından dışlanmaya başlıyor.
Genç Oscar kamera karşısında
Sonradan renklendirilen fotoğrafta İrlandalı yazar 21 yaşında. (solda)
I. Dünya Savaşı'nın yıktığı aile
Eşi Constance Wilde, 29 yaşındayken Birleşik Krallık askeri olarak bir Alman keskin nişancı tarafından vurulup hayatını kaybedecek büyük oğlu
Cyril ile. (sağda)
MUTLU PRENS
Aynı yıllarda Wilde, belki de çocukları ve sıcak bir yuvası olmasının etkisiyle çocuk hikâyeleri ve peri masalları yazmaya yöneliyor. Bunların, kırılgan bir güzelliği ve hüznü olan mutlu hikâyeler olmalarının yanı sıra başka bir açıdan bakıldığında eşcinsel aşklara saf ve temiz bir bakış açısı sunduğu da söylenebilir. Baştan aşağı yaldızlarla kaplı bir heykelin kederini konu alan ‘Mutlu Prens’i ele alalım. Wilde, prensi tanımlarken, onun bir melek kadar güzel olduğunu söylüyor. Gözlerinde safirler ve yakutlarla bir rüzgâr gülü gibi güzel olan bu pırıltılı androjen meleğin, 1970’ler İngiltere’sinin göz alıcı makyaj ve kıyafetler içindeki rock müzisyenleri için bir sembol olduğundan eminim. Bu yüzden ne zaman 'Mutlu Prens’i okusam, platform topukları, V gitarı ve makyajıyla David Bowie’yi, Marc Bolan’ı, Lou Reed’i hayal ederim. Hikâyedeki kırlangıçla heykelin aşkı, dünyanın tüm kısıtlamalarından uzakta yaşıyor olmaları da Wilde’ın nasıl bir dünya düzeni aradığını gösteriyor.
Feminenlik iması
Oscar Wilde pek çok kez cinsel tercihlerine yönelik alaycı karikatürlere konu oldu. Edward Jump'ın çizdiği bu karikatür de onlardan.
AŞKIN SIRRI SANATTIR
‘Dorian Gray’in Portresi’ ilk yayımlandığında neredeyse beş yüz kelimesi hikâyeyi müstehcen bulan editörü tarafından siliniyor. Bu sansüre rağmen ‘Dorian Gray’in Portresi’ gene de Viktoryen İngiltere’nin hassas duygularını incitmekten kurtulamıyor. Hikâyede kendi portresini görüp güzelliğinin kaybolacağından korkan Dorian Gray’in sonsuz gençlik uğruna ruhunu şeytana satması anlatılıyor. Tablodaki portresi Dorian’ın günahlarıyla hızla çürüyerek yaşlanırken, Dorian’ın kendisi genç ve güzel kalıyor. Hikâye güzelliğin ve bedensel arzuların doyurulmasını her şeyin önünde tutan hedonistik dünya görüşünü konu alıyor.
1993 yılının kasım ayında düzenlenen müzayedede, Oscar Wilde’ın 20’li yaşlarındaki arkadaşı Philip Griffiths’e yazdığı, daha evvel hiç yayımlanmamış mektupları satışa çıkarılmıştı. Mektuplarda Wilde, Griffits’e, bütün güzel şeylere layık bir ruhu olduğunu söylüyor ve birlikte geçirdikleri altın saatleri bir anı olarak saklayacağından bahsediyor. Mektupla yolladığı fotoğrafa bir de mesaj iliştirilmiş: “Hayatın sırrı sanattır” yazıyor. Belki de Wilde’ın aşk hayatının da sırrı sanat. Aristokrat gençlerle yaşadığı aşklara mitolojik anlamlar yükleyen, onlardan Adonis’ler, Nascissus’lar yaratan Wilde’ın en büyük ilham perisi Lord Alfred Bosie Douglas ile olan aşkı elbette.
Soğuk bir Oxford gününde Wilde, Douglas’a şöyle yazıyor: “Benim sevgili oğlum. Yazdığın sone epeyce hoş. O gül kırmızısı yapraktan dudaklarının çılgınca öpüşmek kadar şarkılar ve müzik için de yaratılmış olması bir mucize. Yaldızlı ve bir fidan gibi incecik ruhun tutku ve şiir arasında gidip geliyor. Biliyorum ki, Eski Yunan çağlarında Apollon’un sevdiği Hyacinthus sendin.” Bu aşkın saadeti, mektuplardan birinin, bir eşcinsel oğlan satıcısının eline geçmesiyle son buluyor. Önce Wilde’a şantaj yapmakta kullanılan mektuplar, daha sonra yazarı hapse götürecek yolun önünü açıyor. Bu yıllarda ‘Dorian Gray’in Portresi’, ‘Salome’ ve ‘Ciddi Olmanın Önemi’ adlı en büyük eserlerini veren Oscar Wilde’a tam da edebiyat kariyerinin tepesindeyken, Douglas’ın babası Queensberry Markisi tarafından hakaret davası açılıyor. Mahkeme sırasında ortaya çıkan mektup homoseksüel ilişki yaşaması nedeniyle Wilde’ın tutuklanmasına yol açıyor. Kendini savunurken Wilde, aşkın Michelangelo ve Shakespeare’e esin veren, adı ağza alınmaya cesaret edilemeyecek kadar saf ve temiz bir şey olduğunu, kendi mektuplarını da bunun bir parçası olarak gördüğünü söylüyor. Ona göre, bunlar hayranlığı göstermenin en asil şekliydi ve doğal olmayan hiçbir tarafları yoktu. Fakat Wilde’ın bu sözleri Viktoryen İngilizler için çok fazla geliyor. Bunu iki mahkeme daha takip ediyor ve sonunda Wilde iki sene hapishanede ağır işçilik yapmaya mahkûm ediliyor. 1895 yılının nisan ayında duygusal ve fiziksel olarak dibe vuran, ününe leke sürülen ve ailesi tarafından reddedilen Wilde, Douglas’a mektup yazmaya devam ediyor. Fakat genç aristokrat hepsini yakıyor. Elimizdekiler ona ölene dek sadık kalan Robert Ross’un sakladıkları.
Aşkın esareti
Oscar Wilde (solda) ve tutuklanmasına neden olan aşkı Lord Alfred Douglas'ın mutlu günlerinden bir kare, 1893.
LANETLİ VE SIRADIŞI İNSANLAR
Oscar Wilde, 1900 yılının kasım ayında menenjitten hastalanıp hayata gözlerini yumduğunda beş parasız ve toplum tarafından dışlanmış biriydi. Önce Paris’in dışında bir mezarlığa defnedilen yazar, 1909 yılında Père Lachaise Mezarlığı’na nakledildi. Mezar taşını yine Robert Ross yaptırdı. Modernist bir melek tasviri olan heykelin erkeklik organı barbarca tahrip edilmiş olsa da, mezarın üstü yıllardır onun hayranlarının ruj izleriyle kaplı kaldı. Bugün bir camla korumaya alınan mezarın taşında şöyle yazıyor: “Tüm lanetli sıradışı insanlar / Onun yasını tutacak.”
Eşcinsel olduğu için hapsedilen, beş parasız kalan ve zamansız ölen OSCAR WILDE, geriye edebiyat dünyasının en önemli yapıtlarını bırakırken, modern dünyanın kapılarını açtı. Gündemimize yalnız, bu yıl 125'inci yıldönümünü kutladığımız başyapıtı 'Dorian Gray'in Portresi’yle değil, TBMM Anayasa Komisyonu'nda geçen ay yaşanan "O kim ya?" tartışmasıyla da gelen Wilde, eşsiz zekâsı, espri yeteneği ve kırılgan ruhuyla, gündoğumundan birkaç dakika evvel görülebilecek bir ilham perisi.
Delal Arya
Tek roman
Asıl olarak tiyatro oyunları ve şiirler yazan Oscar Wilde'ın tek romanı 'Dorian Gray'in Portresi' gelmiş geçmiş en önemli edebiyat eserlerinden kabul ediliyor.
Bir defasında eski fotoğraf makinelerini toplayan bir adamla karşılaşmıştım. Onlarla çektiği fotoğraflarda soluk, alabildiğine bulanıklaşmış ve uçucu görüntüler yakalıyordu. Renkleri veya kompozisyonuyla öne çıkan değil, var mı yok mu bilemediğin, ilk rüzgârda uçacakmış gibi duran, fakat durgun bir havada aşağı çöken ruhları yakalayan fotoğraflar. Belki de ölümden önceki o son anın gizliliğini aydınlatıyordu kendince. Bozuk nesneleri hayata döndürerek yaşamın kimseye açmadığı, bilerek gizlediği yönlerini gün ışığına çıkarmaktaydı.
Bu fotoğraflar bana hep Dorian Gray’in tablosunu hatırlattı. “Oscar Wilde nasıl bir edebiyatçı?” diye sorulduğunda böyle bir yetenek geliyor gözümün önüne. Onun ‘günahı’ ve aynı zamanda yeteneği, bir mumun sönmeden evvelki son parıltısı gibi zekâ ve mecali kalmamış genç bir adamın yorulmak bilmez kaslarının kendini bıraktığı, zihninin dünyadan elini eteğini çektiği andaki sonsuz zarafetiydi. 1891 yılının haziran ayında Oxford’da okuyan 21 yaşındaki Uranüslü (bu tanım erkek bedeninde kadın ruhu taşıyanlara verilirdi) şair Lord Alfred ‘Bosie’ Douglas ile tanışmış, onu kendi Dorian Gray’i, ilham perisi yapmıştı. Aynı dönemde yazın hayatının en büyük eserlerini veriyordu. Ve bunlara tarihin en tutkulu aşk mektuplarını eklemekte gecikmeyecekti.
Gündoğumundan birkaç dakika evvel görülen bir rüya gibi yaşadığı aşklar onun dehasına güçlü bir kalp gibi kan pompalıyordu. Kışkırtıcı konuları, deneysel edebiyatı ve kendine özgü davranışlarıyla modern dünyanın kapılarını açmış ve hatta yazdıklarıyla 1970’lerin androjen müzisyenlerin atası, punk rock ve alternatif müziğin tutkulu ilham perisi olmuştu.
PAPATYALARIN SESİ
Puslu güz ayları, gri baharlar, zafer dolu yaz günleri... Kiliselerden yükselen sükûtun içinde yankılanan kahkahalar... Oscar Wilde, hayalleri için, gri ve soğuk bir şehrin içinde hiçbir pencerenin bakmadığı gizli bir bahçe seçmiş olmalı. Bu bahçede küçük bir de mezar var belki. Dokuz yaşında menenjitten ölen kız kardeşinin, bir şiirinde yattığı yerden papatyaların sesini dinlediğini yazdığı Isola’nın mezarı.
Oscar, Isola’dan üç sene önce 1854 yılında Dublin’de doğuyor. İnsanlar onu sonraları ‘Sör’ veya ‘Leydi’ olarak nitelendirseler de, orta halli bir aileden geliyor. Annesinin 'Speranza' takma adıyla şiirler yazan İrlanda milliyetçisi bir şair, babasınınsa ünlü bir göz ve kulak cerrahı olduğu biliniyor. Bir dönem evleri tıp ve sanat çevresinin uğrak yeri oluyor. Oscar Wilde, böyle bir ortamda Fransız ve Alman mürebbiyelerle büyüyor. Üniversiteyi okumak için ağabeyi Willie’yle aynı odayı paylaştığı Trinity College’a gittiğinde, Yunan edebiyatı ve sanatıyla ilk defa tanışıp üniversitenin Yunanca en büyük akademik ödülü olan Berkeley Altın Madalyası’nı kazanıyor. Burada ünlü bir profesör olan John Mahaffy ile hayatı kesişiyor. Ondan öğrendiği Helenistik kültür, yaşam tarzını ve hayata bakışını değiştirmesine neden oluyor. Yunan mitolojik figürlerinden Adonis gibi yakışıklı gençlere ilgi duymaya başlıyor ve tanrı Apollon kadar güçlü olmaya çalışıyor. Daha sonraları Oxford’da klasikler üzerine çalışmaya devam ediyor. Antik Roma, Yunan edebiyatı ve felsefesi onun hayatına damgasını böylece vuruyor. Kıyafetleri, gizli törenleri ve ritüelleri hoşuna gittiği için Oxford’daki Apollo Mason Loncası’na katılıp kısa zamanda en yüksek unvanlardan birine sahip oluyor. Bu dönemde saçlarını uzatıp boks gibi erkeksi sporlara merak salmasının yanı sıra dekadan sanat akımının en önemli figürlerinden biri haline geliyor. Süslerinin ağırlığından yürüyemeyen bir hanımefendi gibi, nesnelere karşı hastalık derecesinde bir duyarlılık beslemeye başlıyor. Oxford’daki odasını tavus kuşu tüyleri, papatyalar, Çin porselenleriyle dolduruyor. Kendini ve efsanesini yaratırken saldırılara da uğruyor ve her seferinde kendini savunmayı başarıyor. Aynı dönemde Ravenna adlı şiiriyle edebiyat alanında ilk ödülünü kazanıyor. O yıllarda öğrencileri arasında sefahati ve derslerde eşcinselliğin işlenmesini hoş gören bir yapısı olan Oxford onu zafer dolu bir kral gibi yükseltirken, aynı zamanda yok oluşunun da başlangıcını simgeliyor.
YUNAN TARZI AŞK
Oxford’dan mezun olmasının ardından Dublin’e dönen Wilde, eski sevgilisi Florence Balcombe’un, 'Dracula’nın yazarı Bram Stoker’la evlendiğini duyup yıkılıyor. İrlanda’dan ayrılıp bir daha Dublin’e dönmemeye yemin ediyor. Gerçekten de hayatının sonuna kadar bir iki kısa ziyaret dışında anayurduna hiç gitmiyor. Londra’da yaşadığı yıllarda, zengin bir avukatın kızı olan Constance Lloyd ile yakınlaşıyor. İkisi 1884 yılında evleniyor ve Constance’ın mirası sayesinde sefahat içinde yaşıyorlar. İkinci çocuklarının doğumuna kadar bu böyle sürüyor. Fakat zamanla Oscar evden uzaklaşıp kitaplarını yazabilmek için otellerde kalmaya başlıyor. Bu dönemde Robert Ross adında Kanadalı bir gazeteciyle tanışıyor. Wilde ile İngiliz edebiyat çevrelerinin akıl hocası konumundaki Ross, tutucu Viktorya İngiltere’sinde aşk yaşıyorlar.
Hayatı boyunca ruhunu klasiklerle yatıştıran Wilde, Antik Yunan’ın, Roma’nın hayat tarzlarıyla beslenmeye devam ediyor. Eşcinsel aşklar yaşaması da bunlardan biri. Yunan tarzı aşk, Antik Yunan’da erkek erkeğe cinsellik yaşamanın diğer adı olduğu kadar mitolojik ve entelektüel bir aşk da. Böylece Wilde, kendi çağında, başka çağların hayat tarzlarının izini sürerek ilerlemeye çalışıyor. Londra’da bir İrlandalı olmanın ağırlığına bir erkeğe âşık olmayı ekliyor. Karısından uzaklaştıkça parasız kalmaya ve toplum tarafından dışlanmaya başlıyor.
Genç Oscar kamera karşısında
Sonradan renklendirilen fotoğrafta İrlandalı yazar 21 yaşında. (solda)
I. Dünya Savaşı'nın yıktığı aile
Eşi Constance Wilde, 29 yaşındayken Birleşik Krallık askeri olarak bir Alman keskin nişancı tarafından vurulup hayatını kaybedecek büyük oğlu
Cyril ile. (sağda)
MUTLU PRENS
Aynı yıllarda Wilde, belki de çocukları ve sıcak bir yuvası olmasının etkisiyle çocuk hikâyeleri ve peri masalları yazmaya yöneliyor. Bunların, kırılgan bir güzelliği ve hüznü olan mutlu hikâyeler olmalarının yanı sıra başka bir açıdan bakıldığında eşcinsel aşklara saf ve temiz bir bakış açısı sunduğu da söylenebilir. Baştan aşağı yaldızlarla kaplı bir heykelin kederini konu alan ‘Mutlu Prens’i ele alalım. Wilde, prensi tanımlarken, onun bir melek kadar güzel olduğunu söylüyor. Gözlerinde safirler ve yakutlarla bir rüzgâr gülü gibi güzel olan bu pırıltılı androjen meleğin, 1970’ler İngiltere’sinin göz alıcı makyaj ve kıyafetler içindeki rock müzisyenleri için bir sembol olduğundan eminim. Bu yüzden ne zaman 'Mutlu Prens’i okusam, platform topukları, V gitarı ve makyajıyla David Bowie’yi, Marc Bolan’ı, Lou Reed’i hayal ederim. Hikâyedeki kırlangıçla heykelin aşkı, dünyanın tüm kısıtlamalarından uzakta yaşıyor olmaları da Wilde’ın nasıl bir dünya düzeni aradığını gösteriyor.
Feminenlik iması
Oscar Wilde pek çok kez cinsel tercihlerine yönelik alaycı karikatürlere konu oldu. Edward Jump'ın çizdiği bu karikatür de onlardan.
AŞKIN SIRRI SANATTIR
‘Dorian Gray’in Portresi’ ilk yayımlandığında neredeyse beş yüz kelimesi hikâyeyi müstehcen bulan editörü tarafından siliniyor. Bu sansüre rağmen ‘Dorian Gray’in Portresi’ gene de Viktoryen İngiltere’nin hassas duygularını incitmekten kurtulamıyor. Hikâyede kendi portresini görüp güzelliğinin kaybolacağından korkan Dorian Gray’in sonsuz gençlik uğruna ruhunu şeytana satması anlatılıyor. Tablodaki portresi Dorian’ın günahlarıyla hızla çürüyerek yaşlanırken, Dorian’ın kendisi genç ve güzel kalıyor. Hikâye güzelliğin ve bedensel arzuların doyurulmasını her şeyin önünde tutan hedonistik dünya görüşünü konu alıyor.
1993 yılının kasım ayında düzenlenen müzayedede, Oscar Wilde’ın 20’li yaşlarındaki arkadaşı Philip Griffiths’e yazdığı, daha evvel hiç yayımlanmamış mektupları satışa çıkarılmıştı. Mektuplarda Wilde, Griffits’e, bütün güzel şeylere layık bir ruhu olduğunu söylüyor ve birlikte geçirdikleri altın saatleri bir anı olarak saklayacağından bahsediyor. Mektupla yolladığı fotoğrafa bir de mesaj iliştirilmiş: “Hayatın sırrı sanattır” yazıyor. Belki de Wilde’ın aşk hayatının da sırrı sanat. Aristokrat gençlerle yaşadığı aşklara mitolojik anlamlar yükleyen, onlardan Adonis’ler, Nascissus’lar yaratan Wilde’ın en büyük ilham perisi Lord Alfred Bosie Douglas ile olan aşkı elbette.
Soğuk bir Oxford gününde Wilde, Douglas’a şöyle yazıyor: “Benim sevgili oğlum. Yazdığın sone epeyce hoş. O gül kırmızısı yapraktan dudaklarının çılgınca öpüşmek kadar şarkılar ve müzik için de yaratılmış olması bir mucize. Yaldızlı ve bir fidan gibi incecik ruhun tutku ve şiir arasında gidip geliyor. Biliyorum ki, Eski Yunan çağlarında Apollon’un sevdiği Hyacinthus sendin.” Bu aşkın saadeti, mektuplardan birinin, bir eşcinsel oğlan satıcısının eline geçmesiyle son buluyor. Önce Wilde’a şantaj yapmakta kullanılan mektuplar, daha sonra yazarı hapse götürecek yolun önünü açıyor. Bu yıllarda ‘Dorian Gray’in Portresi’, ‘Salome’ ve ‘Ciddi Olmanın Önemi’ adlı en büyük eserlerini veren Oscar Wilde’a tam da edebiyat kariyerinin tepesindeyken, Douglas’ın babası Queensberry Markisi tarafından hakaret davası açılıyor. Mahkeme sırasında ortaya çıkan mektup homoseksüel ilişki yaşaması nedeniyle Wilde’ın tutuklanmasına yol açıyor. Kendini savunurken Wilde, aşkın Michelangelo ve Shakespeare’e esin veren, adı ağza alınmaya cesaret edilemeyecek kadar saf ve temiz bir şey olduğunu, kendi mektuplarını da bunun bir parçası olarak gördüğünü söylüyor. Ona göre, bunlar hayranlığı göstermenin en asil şekliydi ve doğal olmayan hiçbir tarafları yoktu. Fakat Wilde’ın bu sözleri Viktoryen İngilizler için çok fazla geliyor. Bunu iki mahkeme daha takip ediyor ve sonunda Wilde iki sene hapishanede ağır işçilik yapmaya mahkûm ediliyor. 1895 yılının nisan ayında duygusal ve fiziksel olarak dibe vuran, ününe leke sürülen ve ailesi tarafından reddedilen Wilde, Douglas’a mektup yazmaya devam ediyor. Fakat genç aristokrat hepsini yakıyor. Elimizdekiler ona ölene dek sadık kalan Robert Ross’un sakladıkları.
Aşkın esareti
Oscar Wilde (solda) ve tutuklanmasına neden olan aşkı Lord Alfred Douglas'ın mutlu günlerinden bir kare, 1893.
LANETLİ VE SIRADIŞI İNSANLAR
Oscar Wilde, 1900 yılının kasım ayında menenjitten hastalanıp hayata gözlerini yumduğunda beş parasız ve toplum tarafından dışlanmış biriydi. Önce Paris’in dışında bir mezarlığa defnedilen yazar, 1909 yılında Père Lachaise Mezarlığı’na nakledildi. Mezar taşını yine Robert Ross yaptırdı. Modernist bir melek tasviri olan heykelin erkeklik organı barbarca tahrip edilmiş olsa da, mezarın üstü yıllardır onun hayranlarının ruj izleriyle kaplı kaldı. Bugün bir camla korumaya alınan mezarın taşında şöyle yazıyor: “Tüm lanetli sıradışı insanlar / Onun yasını tutacak.”
↧
↧
Mabel Matiz'den eşcinseller anısına şarkı; Mavi!
LGBTİ aktivistleri Boysan Yakar, Zeliş Deniz ve Mert Serçe geçen yıl meydana gelen bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişti
Ah! Kosmos ve Mabel Matiz, geçtiğimiz yıl trafik kazasında hayatını kaybeden LGBTİ+ aktivistleri Boysan Yakar, Zeliş Deniz ve Mert Serçe’nin anısına bir parça hazırladı.
Zero İstanbul'da yer alan habere göre, kayıtlarında Berke Can Özcan ve Gülşah Erol’un da eşlik ettiği ‘Mavi’ isimli parça şimdilik iTunes üzerinden dinlenebiliyor. Single’ın kapağında ise belgesel fotoğrafçısı Cemil Batur Gökçeer’in bir çalışması yer alıyor.
İkilinin parçayla birlikte paylaştıkları not şöyle;
"özlemi yazıya sığdırmak zor.
ses olduğunda düğümler yumuşuyor.
bu seslerin, düğümlerimize değmesi ve kalbimizdeki özlemi başka yıldızlarda da yankılandırması dileğiyle.
boysan, zeliş ve mert 'in anısına*
cesaretiniz ve mücadeleniz hepimize ilham olsun."
T24
↧
Eşcinsel olduğu için öldürülen Ahmet Yıldız’ın duruşması yarın
Eşcinsel olduğu için babası tarafından öldürülen Ahmet Yıldız davasının ertelenen 23. duruşması yarın görülecek.
Etkin Haber Ajansı’nın (ETHA) haberine göre, davanın ilk duruşmasının tarihi olan 8 Eylül 2009'dan 7 yıl sonrasına denk gelen 23. duruşmaya kadar davada henüz ilerleme kat edilemedi. Sanık babanın hala bulunamadığı davanın 5 Nisan'da görülen son duruşması 30 saniyeden kısa sürdü.
Başbakanlık Bilgi İletişim Merkezi'ne (BİMER) LGBTİ aktivistleri tarafından bu yıl yapılan başvuruya İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü'nden Yahya Yıldız'ın kırmızı bültenle aranmaya devam edildiği, yakalanması için ‘titizlikle' ve ‘kapsamlı' bir şekilde çalışmaların sürdüğü yanıtı gelmişti. Ancak 8 yıldır sanık baba bulunamadı.
Davayı takip eden Hêvî LGBTİ Dayanışma Derneği duruşmaya da çağrı yaptı. 7 yıldır devam eden duruşmalarda sanık sandalyesinin hep boş kaldığını hatırlatan dernek, "Bizler biliyoruz ki Ahmet'in, Roşin'in, Hande'nin, Wisam'ın, Dora'nın, Okyanus'un katilleri hâlâ aramızda dolaşmakta… Bu kampanya ile her kim olursa olsun cinsel kimlik ve cinsel yöneliminden dolayı katledilmesinin önüne geçmek ve işlenen bu suçun en ağır derecede cezalandırılmasını, ailesi veya toplum tarafından işlenen nefret cinayetlerinin hesapsız kalmamasını istiyoruz. Bu sebeple Ahmet Yıldız'ın katil babasının bir an önce bulunmasını ve yargılanmasını istiyoruz" dedi.
http://t24.com.tr/haber/escinsel-oldugu-icin-oldurulen-ahmet-yildizin-durusmasi-yarin,358845
Başbakanlık Bilgi İletişim Merkezi'ne (BİMER) LGBTİ aktivistleri tarafından bu yıl yapılan başvuruya İstanbul Valiliği Emniyet Müdürlüğü'nden Yahya Yıldız'ın kırmızı bültenle aranmaya devam edildiği, yakalanması için ‘titizlikle' ve ‘kapsamlı' bir şekilde çalışmaların sürdüğü yanıtı gelmişti. Ancak 8 yıldır sanık baba bulunamadı.
Davayı takip eden Hêvî LGBTİ Dayanışma Derneği duruşmaya da çağrı yaptı. 7 yıldır devam eden duruşmalarda sanık sandalyesinin hep boş kaldığını hatırlatan dernek, "Bizler biliyoruz ki Ahmet'in, Roşin'in, Hande'nin, Wisam'ın, Dora'nın, Okyanus'un katilleri hâlâ aramızda dolaşmakta… Bu kampanya ile her kim olursa olsun cinsel kimlik ve cinsel yöneliminden dolayı katledilmesinin önüne geçmek ve işlenen bu suçun en ağır derecede cezalandırılmasını, ailesi veya toplum tarafından işlenen nefret cinayetlerinin hesapsız kalmamasını istiyoruz. Bu sebeple Ahmet Yıldız'ın katil babasının bir an önce bulunmasını ve yargılanmasını istiyoruz" dedi.
http://t24.com.tr/haber/escinsel-oldugu-icin-oldurulen-ahmet-yildizin-durusmasi-yarin,358845
↧
Anıl Altan tatilde
↧