Quantcast
Channel: Gay Haber
Viewing all 15059 articles
Browse latest View live

İsrail, Orta Doğu’nun en büyük LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’ne ev sahipliği yaptı

$
0
0
İsrail’de koronavirüs kısıtlamaları nedeniyle büyük organizasyonların iptal edilmesi üzerine binlerce kişi pazar günü daha küçük çapta düzenlenen LGBTİ+ etkinliklerine katıldı.


Orta Doğu’nun en büyük Onur Yürüyüşü’ne ev sahipliği yapan Tel Aviv’de katılımcılar Rabin Meydanı’nda buluştu. Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanan trans şarkısı Dana International dahil bir çok yerel sanatçı konser verdi.

Kudüs’teki organizyonda geniş güvenlik önlemleri alındı. 2015’te Küdus’teki yürüyüşte, Shira Banki aşırı dindar bir Yahudi tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü, 6 kişi de yaralanmıştı. Yürüyüş, Banki ve tüm homofobi kurbanlarının anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.

İsrail’de yeni tip koronavirüs (Covid-19) nedeniyle 318 kişinin hayatını kaybederken, toplam vaka sayısı da 23 bini geçti. Her gün yüzlerce yeni vakanın görüldüğü ülkede polis, organizasyonlara katılım konusunda bazı sınırlamalar getirdi.

İsrail parlamentosunun şu an 6 eşcinsel üyesi var.

https://ulusal24.com/2020/06/29/israil-orta-dogunun-en-buyuk-lgbti-onur-yuruyusune-ev-sahipligi-yapti/

Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı’ndan homofobik sözler!

$
0
0
Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı İhsan Selim Baydaş, Onur Haftası sebebiyle gerçekleştirilen kutlamalara tepki olarak homofobik nefret söyleminde bulundu. Baydaş, söylemini ABD Ankara Büyükelçiliği üzerinden geliştirdi.


Her yıl haziran ayı sonunda Stonewall Ayaklanması’nın yıl dönümünde gerçekleştirilen Onur Haftası, bu yıl koronavirüs (Kovid-19) salgını sebebiyle alanlarda gerçekleştirilemedi.

Salgın sebebiyle dünyanın hiçbir yerinde gerçekleştirilemeyen organizasyonlar dijitale taşındı.

Pek çok etkinlik, bu yıl internet üzerinden yapılırken hafta boyunca büyük bir coşku yaşandı.

LGBTİ+‘lar, LGBTİ+ aktivistleri, insan hakları savunucularının yanı sıra pek çok kurum ve kuruluş da kutlamalara çevrim içi olarak katılırken bazı homofobik sosyal medya kullanıcıları, kutlamalar kapsamında LGBTİ+’ları desteklediklerine yönelik paylaşımlar yapanlar ile LGBTİ+’lara karşı nefret söylemlerinde bulundu.

İhsan Selim Baydaş: Normalleştirme çabası, senaryo

Bu homofobik nefret söylemi kullananlar arasında Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı İhsan Selim Baydaş’ da yer aldı.

Twitter’da #LGBTFaaliyetleriDurdurulsun etiketiyle LGBTİ+ hak savunu ve savunucularına karşı başlatılan linç girişimine destek veren Baydaş, ilgili etiket kapsamında bir tweet atarak bu etikete destek verdi.

Tweetinde, Onur Haftası sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri Ankara Büyükelçiliğine asılmış LGBTİ+ bayrağının fotoğrafını paylaşan Baydaş, LGBTİ+ faaliyetlerinin normalleştirilmeye çalışıldığını söyleyerek şu ifadeleri kullandı:


“LGBT’nin kavram ve sembolleriyle bu kadar gündem olması, sosyal medyayı domine etmesi, çeşitli markaların normalleştirme çabaları, filmler ve dizilerde işlenmesi vs. her biri zihinlerde LGBT’yi sıradanlaştırmaya dönük bir senaryonun adımlarıdır”

Bazı kullanıcılar buy tweeti sebebiyle Baydaş’a tepki gösterirken bazı kullanıcılar da destek verdi. (ASK)

http://alansavunmasi.org/genclik-ve-spor-bakan-yardimcisi-ihsan-selim-baydas-tan-homofobik-paylasim/

Kızılhaç Komitesi, Kızılay Başkanı’nı kınadı, Altun destek verdi

$
0
0
Kızılay Başkanı Kınık'ın LGBTİ+ bireyleri alan açıklamasına Kızılhaç tepki gösterdi. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı İletişim Danışmanı Altun, Kınık'ı destekleyen bir açıklama paylaştı.


Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın kişisel Twitter hesabından LGBTİ bireyleri hedef alan “İnsanlık onurunu çiğnetmeyeceğiz” açıklaması, Uluslararası Kızılhaç Komitesi tarafından tepki çekince, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun, “Uluslararası Kızılhaç Komitesi de, hayatını dünyanın her yanında çocukları korumaya adamış Kerem Kınık’ı hedef alan saldırıya ortak oldu” ifadelerini kullandı.

Kızılay Başkanı ve Uluslararası Kızılay ve Kızılhaç Federasyonları’nın başkan yardımcılığı görevini yürüten Kerem Kınık, 28. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’na atıfta bulunarak, “İnsanlık onurunu çiğnetmeyeceğiz. Fıtratı ve çocuklarımızın ruh sağlığını koruyacağız. Sağlıklı yaradılışı bozan ve iletişim gücü ile anormali normal gibi gösterip pedofilik hayalleri çağdaşlık diye gencecik zihinlere zerk eden her kim olursa olsun mücadele edeceğiz.” şeklinde bir paylaşımda bulundu.

Kerem Kınık’ın paylaşımına tepki gösteren Uluslararası Kızılhaç Komitesi (IFRC) ise, homofobi ve nefret söylemlerini kınadıklarını belirterek, Kınık’ın ifade ettiği rencide edici görüşlerin kurumlarını temsil etmediğini açıkladı.

IFRC açıklamasında, her türlü homofobi, nefret söylemi veya önyargıyı yasaklayan kurallara sahip olduklarını belirterek, “Dr. Kerem Kınık da dahil olmak üzere tüm personel ve temsilciler bu kurallara bağlıdır” açıklamasında bulundu.

‘HEPİMİZİ RENCİDE EDİYOR’
Uluslararası Kızılhaç Komitesi, twitter hesabından yaptığı açıklama şu şekilde: “Dr. Kerem Kınık’ın dile getirdiği görüşler IFRC’nin görüşlerini temsil etmemektedir. Bu ifadeler hem yanlış hem de hepimizi rencide ediyor.

Bizler homofobi ve nefret söyleminin her türünü kınıyoruz ve de dünyanın dört bir yanında LGBTİ+ topluluklarıyla dayanışma içindeyiz.

IFRC’nin her tür homofobi, nefret söylemi ya da önyargıyı yasaklayan ve başkan yardımcısı dahil tüm çalışan ve temsilciler için bağlayıcı olan bir etik kuralı bulunmaktadır. Bir sonraki hamlemizi de değerlendirmekteyiz.”

https://kronos34.news/tr/kizilhac-komitesi-kizilay-baskanini-kinadi-altun-destek-verdi/

30 haziran 2020 Homofobikleri

$
0
0
Bilimsel körlük olur mu?

Lafın dümenini, tanımlanan aksiyomların üzerinden yürüyen matematik ve ezik kafalı aşka kırmak için vaktiyle şöyle bir fıkra anlatmıştım:
"İki artı iki kaç eder?" sorusunu mali müşavirinize sorarsanız, "Size kaç lazım?" der. Maliyeciye sorarsanız, 4 milyondan kapıyı açar. Psikiyatristinize sorarsanız, "Hele şu sedyeye uzanın ve bu sorunun cevabını neden bilmek istediğinizi çocukluğunuzdan başlayarak anlatın" karşılığını verir.
Aynı soruyu genetikçilere sorarsanız, işlemi nasıl yaparsanız yapın sonuç değişmez diyeceklerdir.
Mikrobiyologlara sorarsanız, "Sonucu mikroplar belirler" diyecekleri kuvvetle muhtemel.
Evet, vulgarize ediyorum.
Zira çok "değişik" okurlar var. Bunlardan (profiline Mustafa Kemal yerleştiren) birine geçen hafta maruz kalınca, eleştirdiği yazımdan bir cümleyi hatırlatmak zorunda kaldım. Mahcup olacağına, "Madem bunu biliyorsunuz o yazıyı neden yazdınız?" dedi. Fakir de naçar, "Madem bunları biliyorsunuz demenize neden olan o ifadeyi, neden bunu yazıyorsunuz dediğiniz yazımdan alıntıladım" dedim.
Hayır, münferit değil bu, sürüsüne bereket. "Yapmayın efendiler" serlevhalı yazımı kimlerin nasıl temellük ettiğini gördüm. Neyse konumuz bu değil, geçelim.
Modern bilimin en büyük "numarası" takdir edersiniz ki uzmanlaşmaktır.
Ne ki, zamanla "bütüne" açılan pencereler "uzmanlaşma" belasına kapatıldı. Her uzmanlık alanı kendi gerçekliğiyle büyülendi. Her büyü de doğal olarak içe kapanmayı derinleştirir.
Zaten bilimsel körlük süreci böyle başladı.

***

Genetikçiler, şizofreninin bile tam anlamıyla genetik olduğunu savunur. Buna mukabil mikrobiyologlar aynı hastalığı beyni etkileyen birtakım mikroplara bağlarlar. (Elbette birbirlerini hepten inkâr etmezler.)
Mikrobiyologlar her şeyi mikroplarla açıklarlar.
O kadar ki, içlerinde kediseverliği bile böyle açıklayanlar çıkmıştır. Kedilerin bağırsaklarında yaşayan "Toksoplazma Gondi" adındaki parazit yumurtası bir şekilde insana geçerek insan beynini zararsız bir şekilde kontrol ettiğini ve o insanı kedilere karşı aşırı sevgi duyan bir kişiliğe büründürdüğünü söylerler.
Genetikçiler mikrobiyologlardan daha az sevimli değildirler.
Alnınıza ne yazılmışsa başınıza o gelir der gibi "genlerinizde kodlanan mukadderattır" demeye getirirler.
O denli uzmanlaşmışlardır ki, "Uzun yaşama geni" keşfetmeye kadar işi vardırmışlardır.
İlaçlar mı?
Çoğu sahte ilaç (plesebodur) vazifesi görür.

***

Psikiyatrik birçok olayı da genetiğe bağlamayı başarmışlardır. Bundan belki de en çok "eşcinsellik misyonerleri" kârlı çıkmıştır.
"Sosyopatik kişilik bozukluğu" olarak nitelenen eşcinselliği Dr. Spitzer 1973'te "hastalık" statüsünden çıkarmıştır.
"Eşcinsellik misyonerleri" için bir milattı bu!
Gelgelelim, aynı Dr. Spitzer eşcinselleri heteroseksüele dönüştürecek "düzeltici tedavi"yi destekleyen bir çalışmayı (bir grup hastasını tedavi ettiğini gösteren) 2001'de yayımlayınca ihanetle suçlandı. Aforoz edilmekten geri adım atarak yırttı.
Bu konuda "tedavi" ifadesi bile mahut misyonerler tarafından artık insan haklarına aykırı bulunuyor.
Başlangıçta "tercih" diyerek "haklarına" saygı duyulmasını istiyorlardı, şimdilerde "tercih değil yönelim" diyorlar.
Hem de "sapkın yönelimlerine"çocukları/mızı dahil etmelerine karşı çıkmayı, düşünce özgürlüğü kapsamının dışında tutacak kadar.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Me

.https://www.ahaber.com.tr/yazarlar/salih-tuna/2020/06/30/bilimsel-korluk-olur-mu


Arda Kural'dan LGBT lobisine tepki: Eşcinselliğe gelince Lut Kavmine kadar gitmeyi biliyorlar

Geçtiğimiz günlerde peçe takanlarla dalga geçen Hülya Avşar’a gösterdiği tepki ile gündem olan ünlü oyuncu Arda Kural, lafını sapkın LGBT lobisinden de esirgemedi. Kural, konu tesettür olunca 1400 yıl önceye gidilmesinden söz eden sapkın zihniyeti, "Eşcinselliğe gelince Lut Kavmine kadar gitmeyi biliyorlar" sözleri ile eleştirdi.

Küresel çapta "özgürlük" adı altında meşrulaştırılmaya çalışılan ve sapkın ve ahlaksız bir akım olan LGBT hareketine, ünlü oyuncu Arda Kural'dan çok konuşulacak bir tepki geldi.

"Eşcinselliğe gelince Lut Kavmine kadar gitmeyi biliyorlar"
Kural, mevzu bahis tesettür olunca 1400 yıl öncesine gitmekten söz edenlerin, konu eşcinselliğe gelince Lut Kavmine kadar gitmeyi bildiklerini belirtti.


Ünlü oyuncu daha önce de "peçe" ile ilgili çirkin ifadeler kullanan Hülya Avşar'a ağzının payını vermişti.

https://www.yenisafak.com/hayat/arda-kuraldan-lgbt-lobisine-tepki-escinsellige-gelince-lut-kavmine-kadar-gitmeyi-biliyorlar-3547283


ABD Elçiliği, sapkınlık için kesenin ağzını açtı

Türkiye için ülke çapındaki hibe programını açıklayan ABD Ankara Büyükelçiliği’nin etnik bölünmeyi ve sapkınlığı teşvik ettiği ortaya çıktı. Elçiliğin resmi internet sitesinde, hibe programlarının projeleri desteklemek için finansman sağladığı belirtiliyor.

 Resul Ekrem Şahan  Ankara

Proje talimatları bölümündeki şu ifadeler ise asıl amaçlarını ele veriyor: “Teklifler, sanat, kültür veya diğer yenilikçi yaratıcı ifade biçimlerini içeren, ancak yetersiz hizmet alan kitlelere (ör. Etnik veya dini azınlıklar, LGBTİ, gençlik veya kadınlar) ulaşma ve öğretme de dahil olmak üzere, kamu söylemini ve düşünce özgürlüğünü teşvik eden faaliyetlere odaklanmalıdır. Sorunlar hakkında farkındalık yaratma) ve kültürel yaşamda, politikada, kültürel ve sosyal çeşitliliğe, çoğulculuğa ve eşitliğe saygı gösterilmesini teşvik eder.” Süresiz Nafaka Mağdurları Platformu Başkanı İlhan Ergincan, konuya ilişkin, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde taşınan ahlaksız pankartlar da bu fonların ürünüdür. Her türlü sapkınlık için Avrupa ve Amerika kesenin ağzını açmıştır” şeklinde konuştu.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/abd-elciligi-sapkinlik-icin-kesenin-agzini-acti-1316509.html


50 STK'dan ortak bildiri! LGBT ürünleri satan markalara sert tepki...

LGBT ürünlerini satan ticari marka ve alışveriş sitelerine karşı aralarında Başakşehir Gençlik ve Kadın Platformu, İHH İnsani Yardım Vakfı ve Türk Gençlik Vakfı’nın bulunduğu 50 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ortak bildiri yayınladı.
Sema ALİM DALGIÇ

LGBT ürünlerini satan ticari marka ve alışveriş sitelerine karşı, aralarında Başakşehir Gençlik ve Kadın Platformu, İHH İnsani Yardım Vakfı ve Türk Gençlik Vakfı'nın bulunduğu 50 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ortak imzalı bir bildiri yayınlandı.

İşte çizgi filmleri ve yayınlarıyla çocuklara LGBTİ sapkınlıklarını aşılamaya çalışan şirketler... | Video


STK'lar, 'Ailemizden çekin ellerinizi' başlıklı bildirisinde LGBT ürünleri satan yerli ticari marka ve alışveriş sitelerine şu çağrıda bulundu:

"Son yıllarda LGBT hareketinin toplumsallaşması ve giderek siyahi bir hüviyete bürünmesi için dünya çapında çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar uluslararası kurum ve kuruluşların desteği ile bir dayatmaya dönüşmektedir. LGBT toplumun temel yapı taşı olan aileyi ve aileyi oluşturan bireylerin fiziksel yapısını bozup ruhsal açıdan sağlıklı bireylerin yetişmesini engelleyerek, eşcinsel sapkınlık ile aileyi ortadan kaldırmaya çalışmakta…

Son dönemlerde ülkemizde de yerli ticari markaların ve alışveriş sitelerinin böyle bir kampanyaya dahil olduklarına şahit olmaktayız. Gerek alışveriş sitelerinin, gerek belli markaların LGBT isimlendirmesi ile ürün çeşitlendirmesinde bulunup, alışveriş seçeneklerinin arasına aldığı bu sınıflandırmanın LGBT'yi sanki toplumun kabul görmüş hali gibi gösterip sunmasını, meşru hale getirmeye çalışmasını esefle kınıyoruz.

Tüm ticari markaları bu dayatmaya karşı durmaya, alışveriş sitelerindeki seçeneklerin alışveriş listelerinden acilen çıkarılmasını sağlamak adına da kamuoyunu LGBT destekçisi ticari markaları boykota ve aynı hassasiyette bulunan STK'ları toplumsal değerleri önceleyen sağlıklı bireyler adına desteğe davet ediyoruz. Geleceğimiz, çocuklarımızı ve insanlık haysiyetini korumak hepimizin ortak vasifesidir."

https://www.sabah.com.tr/gundem/2020/06/30/50-stkdan-ortak-bildiri-lgbt-urunleri-satan-markalara-sert-tepki



https://www.superhaber.tv/everest-escinselleri-once-destekledi-sonra-destegi-geri-cekti-haber-284386


Cumhurbaşkanı Erdoğan çağrı yapmıştı: Lut Kavmi'nin torunlarına sosyal medyada tepki yağdı

Sözde onur haftası etkinlikleri kapsamında sapkın yaşam tarzlarını meşrulaştırmaya çalışan Lut Kavmi'nin torunlarına sosyal medyada tepki yağdı.

Muhammed KAYA  yeniakit.com.tr

Eşcinsel sapkınların 'Onur Haftası' adı altında toplum ahlak yapımızı tehdit eden yaşam tarzlarını meşrulaştırma çalışmaları devam ediyor. Twitter'da 'sandıkta yok olacaksınız' hashtag'i ile paylaşım yapan sapkın güruh, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dünkü kabine toplantısı sonrasında eşcinsel ahlaksızlıklara yönelik ifadelerini hedef aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekle suçlayan sapkınlar öte yandan 'LGBTİ insan haklarıdır' başlığıyla da mesajlar paylaşarak ahlaksız yaşam tarzlarını meşrulaştırmak için çabaladı.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/cumhurbaskani-erdogan-cagri-yapmisti-lut-kavminin-torunlarina-sosyal-medyada-tepki-yagdi-1317037.html


UNICEF'in eşcinsellere destek vermesi, tüm dünyanın tepkisini çekti

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu, resmi hesaplarından eşcinsellere destek verdi. Çocuklara yönelik uluslararası çalışmalar yürüten UNICEF'in eşcinsel savunuculuğu yapması tüm dünyada infiale neden oldu.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) eşcinsellere verdiği bir kez daha ortaya koydu.

EŞCİNSELLERE TAM DESTEK

UNICEF'in sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlarda İngilizce 'Love' ifadesi kullanılarak ''whatever you identify as be an ally of love'' ifadeleri kullanıldı. #PrideMonth hashtag'ini de kullanan UNICEF, eşcinsellerin kullandığı 'gökkuşağı' logosunu da kullandığı görüldü.

ÇOCUKLARA KÖTÜ ÖRNEK OLUYOR

Özellikle çocuklara yönelik uluslararası faaliyet yürüten ve ülkeler tarafından fonlanan UNICEF'in çocuklara kötü örnek olması tüm dünyanın tepkisini çekti. Uluslarası kurumları eline geçiren eşcinsel lobinin baskıları sonucu gerçekleşen paylaşımlar, tepkilerin odağına yerleşti.

https://www.habervakti.com/dosya/unicef-in-escinsellere-destek-vermesi-tum-dunyanin-tepkisini-h115892.html


'Gözümün gördüğü, göğsümün bildiği ile bir değil' cümlesinde anlatılmak istenen nedir?

Psikolog Hüseyin Kaçın

Başında başörtüsü, türban, eşarp olmayan Selma Aliye Kavaf, 2009 yılında Viyana’da yapılan Avrupa Konseyi Aileden Sorumlu Bakanlar Konferansı’na katılmış ve “farklı aile formları” diye bir kavram geçtiği için tavsiye karar metnini imzalamamıştı. Bu kavramın eşcinsel aileleri de içeriyor oluşundan dolayı direnç gösterdi. 2010 yılında Hürriyet gazetesindeki röportajda Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, eşcinselleri hasta olarak görüyor ve cinsel yönelim başlığı altında: “Ben eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk, bir hastalık olduğuna inanıyorum. “ dediğinde medyada linç edilirken dindarlar öyle yada sus pus olmuşlardı. Feminist kadınlar ve eşcinseller el ele kol kola vererek bir “cadı avı” başlattı. Recep Akdağ “Bunları kişisel özgürlük meselesi olarak ele almak lazım” dedi. Nursuna Memecan’a göre Kavaf’ın açıklamaları “talihsiz sözler”di. Egemen Bağış ise Der Spiegel’e verdiği demeçte, “Ben eşcinselliği bir hastalık olarak görmüyorum” dedi. Selma Aliye Kavaf, siyaset sahnesinden bir yıldız olarak kayıp gittikten sonra İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Eğitimi, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun vasıtasıyla; Türk ve Müslüman aile dinamiklerinin bozulması süreci etkin bir şekilde başlamıştır.

Farklı aile formları kavramıyla İstanbul Sözleşmesinin ‘gizli amacı’, ‘gerçek yüzü’: İstanbul Sözleşmesi demek eninde sonunda "eşcinsel evlilikler" ve "eşcinsellerin evlat edinme hakkı" demektir. İstanbul Sözleşmesi bir kralsa; kral bu kadar çıplak mıdır? Danimarkalı yazar Hans Christian Andersen İmparatorun Yeni Giysileri kitabında kralın çıplak olduğunu anlatmıştı. İmparatorun Yeni Giysileri’ndeki kralın çıplaklığı masum sayılabilir ama İstanbul Sözleşmesi’nin çıplaklığı aile’nin ırzına muallat olmuş birinin anadan üryan bir çıplaklıktır.

İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının ardından "eşcinsel evlilikler" ve "eşcinsellerin evlat edinme hakkı"nın topluma dayatılacağını nerden öngörebiliriz?

Cuma Hutbesinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayrimeşru ve nikahsız hayatın İslami literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HİV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim” dedi.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, “sesi çağlar öncesinden gelen bu şahıs”, “zihinsel ve dogmatik sınırlara sahip” kişi ilan edilerek hakkında suç duyurusunda bulunarak linç edildi. Selma Aliye Kavaf’ı korumayan gaflet dalalet ve hatta hiyanet uykusunda olan sosyal medya dindarları; Ali Erbaş’ı muhtaç oldukları kudreti damarlarındaki kanda bularak cansiperane savundular.

Mahşerin dört atlısı varsa; birinci atla Ali Erbaş’a saldırdılar. Mahşerin ikinci atlısı ise, Yükseköğretim Kurumları Sınavı'nda bir 'Fırtınadayım' estirerek "Gözümün gördüğü, göğsümün bildiği ile bir değil' diyen Mabel Matiz oldu. Sosyal medya dindarları yine esecekler gürleyecekler, yeri göğü inletecekler ama üçüncü atlı yola çıkmış olacaktır. Dördüncü atlı da ahırında tımar ediliyordur. Sosyal medya dindarlarının sanal alemde bağırmaları çağırmaları nafile bir çabadır. Çünkü bu stratejiyle asla ve asla bu atlılarla baş edemeyeceklerdir. Türk ve Müslüman aile yapısında farklı aile formları adı altında eşcinsel evliliklere yeşil ışık yakılmaması için kalıcı tek çözüm; İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Eğitimi, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, başlıklarının toplumun gündeminden de hafızasından da kaldırılmasıdır. Kadın erkek aile evliliklerine alternatif kadın kadın yada erkek erkek aile evliliklerinin önünün açılması istenmiyorsa Türkçe’mizin ırzına musallat olan güçlere dur demeliyiz. Dil tecavüzcüsü güçler, iş adamın ırzına geçerek ondan iş insanı, bilim adamının ırzına geçerek ondan bilim insanı peydahladılar. Veledi zina iş insanları, veledi zina bilim insanları; Türk ve Müslüman aile yapısını çökerten dinamitlerdir. Ailemizi iş adamları ve bilim adamları ile korumalıyız.

Siyaset adamlarımız siyaset insanı değillerse eğer sesimizi duyarlar umuduyla “Ailemizin kurtuluşu; Allah’ın kitabı Kurân-ı Kerim’in ve Peygamberin sünnetinin kurtuluşudur” başlıklı yazımızda haykırmıştık:

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği zırvalıkları, İstanbul Sözleşmesi pespayeliği ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un adaletsizlikleri sonucunda ailemiz çökmüştür. İstanbul Sözleşmesi feshedilmedikçe, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği çalışmaları Milli Eğitim, Aile ve Sosyal Politikalar, Adalet Bakanlıkları bünyesinde durdurulmadıkça 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun T.B.M.M’de yeniden gözden geçirilmedikçe ailemizin çöküşü durdurulamayacaktır. Kadına şiddeti durdurmak adına bilinçsiz ve bilimsiz yapılan çalışmalarla ailemiz çökertilmiştir. Kılıçlar çekilmedikçe saflar tutulmadıkça bu yenilgiyi önlememiz mümkün değildir.  https://www.habervakti.com/ailemizin-kurtulusu-allahin-kitabi-kurn-i-kerimin-ve-peygamberin-sunnetinin-kurtulusudur-makale,2971.html

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın rol modeli: Sıla, Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın rol modeli: Aleyna Tilki’den sonra ÖYSM'nin rol modeli: sırtına erkek göbeği değmeden uyuyamayan Mabel Matiz oldu. “Dindar nesil değil çocuk tanrılar nesli” yazımızda da birileri duyar umuduyla haykırmıştık:

Liberal yada postmodern yaşamlarda mutluluğu elde etmek için tükettikçe tüketmek artık yetersiz kalmaktadır. Değerlerimizi yitirdiğimiz için artık kendimizi unuturcasına ve kendimizi kaybedercesine geçici olarak kendimizi yok etmemiz gerekiyor. Piercing'li yeni nesil gençlerimiz acılarını dindirmek için artık sarhoş olana kadar alkol tüketmeyi yetmezse kendinden geçmeye varana değin uçucu ve uyuşturucu madde kullanmayı kaçınılmaz olarak denemektedirler.

Egemen Güçler Ekini ve nesli bozmaya başladılarsa, Köle kadınlar efendilerini doğurmaya başlamışsa ahir zaman yakın demektir. Dünyanın, insanlığın son günleri; kıyamete yakın yıllar ve günlerdeyiz. O mutlu günlerimiz mazide şimdi…

Dindar nesil değil çocuk tanrılar nesli
“Türkiye'nin Gerçek Beka Sorunu: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri Ve Cemaatler” yazımızda da birileri duyar umuduyla umutsuz bir şekilde haykırmıştık:

Her yıl Haziran ayının sonlarında Taksim'de örgütlenen Onur Yürüyüşleri; Eşcinselleşmenin ayak sesleridir. Siyaset adamları ve bürokratlar bu yürüyüşlerin sosyolojik olarak Türk toplumunu nasıl dönüştüreceğinin bilincinde midirler?

Taksim'de 28 Haziran 2015'te düzenlenen Eşcinsel derneklerinin düzenledikleri Onur yürüyüşü'nde 'Şaban'la Recep'in aşkına Ramazan engel olamaz' pankartı açtıkları gerekçesiyle yargılanan üç sanık hakkındaki dava, beraat kararıyla sonuçlandı.

"Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama" suçundan birer yıla kadar hapisleri istenen sanıklar hakkında mahkeme, "yüklenen fiilin bu haliyle kanunda suç olarak tanımlanmamış olduğunu" belirterek beraat kararı verdi.

Mahkemenin verdiği bu kararla, 'Şaban'la Recep'in aşkına Ramazan engel olamaz' sloganı sonucunda Ramazan bu direnişi kaybetmiştir. Bu sonuç toplumun eşcinselleştirilme çalışmalarının meşru (hukuki) bir zeminde sürdürüldüğünün bir ispatıdır.

ÖNGÖRÜ:

Benim öngörüm en yakın zamanda "eşcinsel evlilikler" talebiyle toplum karşılaşacak daha sonra bu kabul edildiğinde "eşcinsellerin evlat edinme hakkı" talebi söz konusu olacaktır.

Türkiye'nin Gerçek Beka Sorunu: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri Ve Cemaatler
'Türkiye artık eşcinsellik sorunuyla yüzleşmeli'

‘’Eşcinsellik kaçınılmaz olarak artık Türkiye’nin yüzleşmesi gereken bir konudur. 2000’ler öncesi de bu konu vardı ve üstü örtülüyordu. 2000’lerden sonra artık bir şekilde dernekleştiler, örgütleştiler. Bu artık bir lobi faaliyetidir. Türk toplumu artık bu gerçeği halı altına süpüremez. Bu gerçekle yüzleşecek, toplum yetmez, devletin bütün kurumları bu konuda kendini sorgulamalıdır.’’

Sosyal medya dindarları sanal dünyadan yakalarını kurtarıp gerçek dünyanın gerçek sorunlarına çözümler üretmedikçe dinimiz de ailemiz de mahşerin üçüncü ve dördüncü atlılarının saldırısından kurtulamayacaktır.

Kral çıplak derken aynı zamanda şeytanında avukatlığını yapmak istiyoruz. "Gözümün gördüğü, göğsümün bildiği ile bir değil' cümlesinde anlatılmak istenen nedir?" sorusunu soran kişi bilindik fetöcülerden midir yoksa eşcinsel lobinin fanatik misyonerlerinden bir eşcinsel midir? Devletimizin etkili yetkili bürokratları talimat verirlerse eğer müfettişler bu zor sorunu çözümleye bilirler mi? Bu yeni sorunu müfettişler çözümlerse eğer sosyal medya dindarları da derin bir nefes alır mı?

"Bu dünyada gerçeği söylemek ikinci dile bırakıldı. Ve ikinci dil yaratılmadı. Gerçeği duymaya dinlemeye tahammül gücünü üçüncü kulağa bıraktılar. Üçüncü kulak yaratılmadı."

Sosyal medyanın kes kopyala yapıştır dindarları Arif Nihat Asya'ya kulak verirlerse eğer belki ikinci dilden anlar üçüncü kulakları varsa eğer. İkinci dilsizsiz ve üçüncü kulaksız olanlar Rahman'ın sesini asla duyamazlar. Rahman inananlara sesleniyor:

"Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyla Rahmân, Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlayıp açıkça anlatmayı öğretti."

https://www.habervakti.com/gozumun-gordugu-gogsumun-bildigi-ile-bir-degil-cumlesinde-anlatilmak-istenen-nedir-makale,3185.html


İletişim Başkanı Altun: LGBT saldırısının suç ortağı oldunuz

İletişim Başkanı Fahrettin Altun Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık'ın dünyada eşcinsel sapkınlığın sembolü LGBT hareketi hakkındaki sözleri için kınayan Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Fedarasyonu'na sert tepki gösterdi. Altun "susturamazsınız" notuyla Fedarasyon'un Kınık'ı hedef göstererek LGBT'nin bu çirkin saldırısının suç ortağı haline geldiğini söyledi.

Altun paylaşımında ''LGBT propagandası ifade özgürlüğü için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Fedarasyonu, Kınık'ı hedef haline getirerek bu saldırıda suç ortağı haline geldi. Kerem Kınık tüm hayatını dünyadaki çocukları korumaya adamış bir doktor. susturamazsınız'' ifadelerini kullandı.

KINIK'TAN FEDERASYONUNUN KINAMASINA TEPKİ

Federasyonun kınama mesajı üzerine Kınık tepki göstererek ''Çocuklara yönelik herhangi bir cinsel istismar ve şiddete karşı şiddetle karşıyım. Bu nedenle, “pedofili” ye karşı şiddetle karşıyım. Kızıl Haç ve Kızılay Hareketi olarak yaklaşımımın değerlerimiz ve ilkelerimizle tamamen uyumlu olduğuna inanıyorum. Dünkü kişisel görüşlerim, çocuklarımızın herhangi bir zarardan korunmasını savunmak. Bu onların sessiz çığlıklarına karşı sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum.'' ifadelerini kullandı.

KIZILAY BAŞKANI KINIK NE DEMİŞTİ?

Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık, eşcinsel sapıklığın savunucusu LGBT ile ilgili sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda ''İnsanlık onurunu çiğnetmeyeceğiz.Fıtratı ve çocuklarımızın ruh sağlığını koruyacağız. Sağlıklı yaradılışı bozan ve iletişim gücü ile anormali normal gibi gösterip pedofilik hayalleri çağdaşlık diye gencecik zihinlere zerk eden her kim olursa olsun mücadele edeceğiz.Yok öyle!'' ifadelerini kullanmıştı.

KAYNAK: HABER7

https://www.haber7.com/guncel/haber/2990422-iletisim-baskani-altun-lgbt-saldirisinin-suc-ortagi-oldunuz


LGBT sapkınlığına bir tepki de Türkiye İzcilik Federasyonu'ndan!

Türkiye İzcilik Federasyonu'ndan sözde 'onur haftası yürüyüşü'yle gündeme gelen eşcinsel sapkınlık olan LGBT'ye sert tepki geldi. Açıklamada, " LGBTQ+ hareketi ve beraberinde getirdiği her türlü sapkın sözde kimliğin TİF nezdinde kabul görmeyeceğini, özellikle ‘Onur(!) Haftası’ kisvesiyle karşımıza çıkarılan bu onursuzluğu sorumluluk ve etkinlik alanımız gereği ifşa ediyoruz" ifadelerine yer verildi.
LGBT sapkınlığına bir tepki daha!
Türkiye İzcilik Federasyonu'ndan sözde 'onur haftası yürüyüşü'yle gündeme gelen eşcinsel sapkınlık olan LGBT'ye sert tepki geldi.

Federasyonun Yönetim Kurulu internet sitesinden şu açıklamaya yer verdi:

"İZCİLERİMİZİN VE GENÇLERİMİZİN ONURUNA KASTEDEN LGBTQ+ SALDIRGANLIĞINA KARŞI YETKİLİLERİ UYARIYORUZ!"
İzcilik, uluslararası bir spor ve ahlâk disiplinidir. Allah'a inanan, vatanına ve doğaya karşı vazifelerini bilen, bedence sağlam, fikirce uyanık ve ahlâkça dürüst bir gençlik yetiştirme idealini haizdir.

"İZCİLİK DİSİPLİNİ'NİN ANA HEDEFLERİNDENDİR"
Türkiye İzcilik Federasyonumuz (TİF) da bu amaçlarla 100 seneyi aşkın bir süredir bu toprakların gençlerinin Allah'a inanan, vatanına ve doğaya karşı vazifelerini bilen, bedence sağlam, fikirce uyanık ve ahlâkça dürüst bir gençlik olması için faaliyet göstermektedir. Sinemizde barındırdığımız izciler Allah'a, vatana, milletine, ailesine ve izci liderlerine sadakati, şeref, onur ve haysiyetini her şeyin üzerinde tutan önder ve öncü gençlerden oluşur.

Vatanına ve Allah'a karşı vazifelerini yerine getirmeyi her şeyin üzerinde tutan değerler sistemini türe edinen TİF, varlık gayesini, köksüz ve değer yargılarından yoksun gençlere umut ve gelecek inşasından almakta ve bu uğurda kulüplerimizle cansiperane çalışmaktadır.

TİF olarak bizler, bu ideal ve saiklerle Türk izcilerimizin sağlık, ahlâk, spor, değer yargıları ve genel gelişimlerine zarar verebilecek her türlü gelişmeyi takip etmekte ve gerekli önlemleri almaktayız.

Bu kapsamda, son dönemde küresel bir saldırganlıkla gençlerimizin sağlık, ahlâk, bedensel bütünlük ve değerlerini çökertmeye yönelik projeleri, izcilerimizin tarafımıza iletmesiyle yakından takip etmeye başladık. Bu saldırgan, hatta faşizme varan LGBTQ+ dili ve tavrına karşı izcilerimizi ve Türk gençliğini muhafaza etmek de İzcilik Disiplini'nin ana hedeflerindendir.

ONURSUZLUĞU İFŞA EDİYORUZ
Kimliklerini yalnızca cinsel arzuları üzerinden tanımlayan, Türk toplumunca on binlerce senedir kabul görmüş ahlâk, örf ve değerleri çiğneyen, devletin bir gence yüklemek istediği müspet kimlikleri reddeden, bu reddiyeyi de faşist bir dil ve tutumla gerçekleştiren, kendileri gibi düşünmeyenleri ayrıştıran ve ötekileştiren LGBTQ+ hareketi, genel anlamda İzcilik türesiyle ve biz TİF'in kuruluş türeleriyle çatışan amaçlar gütmektedir.

Anayasamızın 'Gençlerin Korunması' başlıklı 58 maddesinde; 'Devlet, … gençlerin Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır. Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır' hükmünü âmirdir. TİF de AY'nın bu âmir hükmü çerçevesinde İzcilerini ve Türk gençliğini korumak, iyiyi, kötüyü, çirkini ayırdetmelerine yardımcı olmak için çaba göstermektedir.

İnsan olmaktan kaynaklı doğuştan sahip olunan evrensel haklarda tüm insanlık hemfikirken, sözde 'özgürlük' adı altında büyük bir tahakküm ve illegal bir tutumla başta gençleri, sonra STK'lardan şirketlere, belediyelerden hükümetlere tüm toplumu kendi sapkın fikirlerini kabule zorlayan bu onursuzluğu ifşâ ediyoruz.

Gençliğin anlam ve değer dünyasını yıkma, gençliği kendi sapkın kimlikleri üzerinden tanımlama, gençliğin davranma, düşünme hürriyeti ile cinsel ve fiziksel bütünlüğünü kaybettirme girişimlerine karşı olduğumuzu söylemek, bir mecburiyet halini almıştır.

Sinemizde barındırdığımız ve dahası bir parçası olduğumuz İzciliğin salt bir spor dalı olamayacağı, büyük bir anlam ve değer dünyasının hakiki taşıyıcısı olduğu gerçeğini hatırlatarak, LGBTQ+ hareketi ve beraberinde getirdiği her türlü sapkın sözde kimliğin TİF nezdinde kabul görmeyeceğini, özellikle 'Onur(!) Haftası' kisvesiyle karşımıza çıkarılan bu onursuzluğu sorumluluk ve etkinlik alanımız gereği ifşâ etmek için bu açıklamayı kamuoyuyla paylaşma zarûretimiz hâsıl olmuştur.

TÜRKİYE İZCİLİK FEDERASYONU

YÖNETİM KURULU

https://www.takvim.com.tr/guncel/2020/06/29/lgbt-sapkinligina-bir-tepki-de-turkiye-izcilik-federasyonundan

http://www.marmaragazetesi.com/temiz-toplum-dernegilgbtiye-her-onurlu-insan-tavrini-koymali-509281h.htm

https://www.superhaber.tv/son-dakika-haberi-turgev-baskani-fatmanur-altundan-onur-haftasi-cagrisi-haber-284425

Trans gazeteci Esra Ece Kutlu: Devletle ilk kez tanışmadık

$
0
0
Trans gazeteci Esra Ece Kutlu, çocukluğundan beri transfobi ve nefret söylemleri ile mücadele ediyor.


“Çocuğun yapabileceği kadarıyla sorgulamaya, anlamaya, anlamlandırmaya, ‘neden ben?’ demeye başlıyorsunuz. Tam da o süreçte, ‘oyunculuğu’, ‘rol yapmayı’ öğreniyorsunuz. Kısmen içgüdüsel, çoğunlukla da aile, çevre ve toplum tarafından, size yeni ve de olmadığınız ‘cinsiyet kimliği’ dayatılıyor, olmaya zorlanıyorsunuz.

“Ben, ‘iyi oyuncu’ değildim çocukken. Saklayamadım ne olduğumu ya da benim için doğal olanı oydu rol yapma ihtiyacı duymadım sanki...”

Esra Ece Kutlu...

Trans kadın ve gazeteci. Kimileri onun yazdıklarını work n women sitesinden okuyor kimileri de sosyal medyadan takip ediyor.

Onur Haftası etkinlikleri sonrası muhafazakar çevrelerce hedef gösterilen LGBTİ+ hareketinden Esra Ece, çocukluğundan beri fobi ve nefret söylemleri ile mücadele ediyor. "Saldırılarla birlikte bu ülkede zamanın ileri değil geri aktığını da gördük, zaman ilerlese de LGBT+'lara saldırılar hep devam ediyor.." diyen Esra Ece anlatıyor….

Çocukluk
Orta Karadenizli, dört çocuklu bir ailenin artık ikinci kızlarıyım da. 15 yaşından beri; sokağı, hayatı deneyimleyerek öğrenen, geçmişinde ülke şartlarının dayatmasıyla “zorunlu seks” işçiliğiyle de hayatını idame ettirmek zorunda kalmış bir kadınım.

Aslında, altı yedi yaşları civarı adlandıramadığım “farklılıklarımı” sezinliyordum. Bir yandan da “normalmiş” gibi de geliyordu. Biradaha büyüyüp, fobiyle/fobiklikle tanışınca, benim “farklı” olduğumu anladım.

Normal gibiydi, çünkü; ben kendimi evin “prensesi”, kız çocuklarından biri gibi hissediyordum, görüyordum.

Okul hayatının başlaması, dış hayatı tanıma, bu süreçte içine akran zorbalığının da dâhil olduğu travmatik durumlarla, pek tabii ki de çirkin yaftalamalarla, toplum için “kız çocuğu” olmadığımı da öğrenmiş oldum...

Yaşıtım kız çocukları nasıllarsa, ne yapıyorlarsa, ben de öyleydim. Oyunlarıyla, tavırlarıyla, çoğu zaman kıyafetlerine de yakın. Olabildiği kadar, olabildiğim kadar.  Ailem, el alem, toplum ne kadarına izin verirse artık…

Hayat salt benim değilmiş, bunu da öğreniyordum... Yaşamak için, yaşaman için “aynılaşmak” da gerekliymiş...

10 yaşında falan, kadınların kaşlarının ince olduğunu fark edip; çocukça zekayla kaşlarımı jiletle inceltmiştim. İlk şiddetle de öyle tanıştım misal. Kaşımda jiletin, ruhumda komşu oğlunun “erkek çocuğu kaş almaz” tokadının izi...

Artık  iyice artan dedikodular, “aile şerefi, onuru” da üstüne palazlanınca; pedogog , psikolog  süreçleri belirmeye başladı hayatımızda. Babam, İstanbul’daki köklü bir devlet üniversitesinde memurdu. Bu sebeple, doğru kontaklara ulaşabilmek kolay oldu şansımıza.

Birkaç terapi seansı sonrasında, babacığım “düzelme” beklerken; tanı konmuş oldu. Trans kadınlığım, kadınlığım da yavaş yavaş resmiyet kazanırken, baba-aile-çevre-toplum bu durumdan, hele de resmiyet kazanmış olmasından çok rahatsızdılar beklendiği gibi...

O arada ben ergenliğe adım atıyor, iyice artık “kız olmak” dürtülerimi su yüzüne çıkarıyordum, öyle yaşamaya çalışıyordum. Tüm “karşı taraf” da baskını artırıyordu... Ödün vermeyen ben, çullayan onlar.

Ergenlik
Ergenliğin getirisi, cinselliği de tanımaya, öğrenmeye başladım. Cinsellik ve intihar teşebbüsleri aynı zamanlarda girdi hayatıma.

Başarısız denemeler, hüsran, artan baskılanma, elimden kayan ailem, hayat daha da çıkmaza sürükledi. 15 yaşına yeni giriyorken; evden kaçmayı da başardım. Gerçi bir hafta sonra, pişman geri dönüşüm de çabası. Ne kadar mı uzağa gittim? Taaa, Taksim’e kadar J O zaman, Merter’de yaşıyorduk. Bayağı gitmişim aslında.

Kuyruğu kıstırıp dönerken belki ailem “bensizlikten ders almıştır” umudu vardı, öyle olmuyormuş ne yazık ki kazın ayağı... Artık, evden de çıkmam yasaktı, gözetlenilmek, kontrollü günler, okula anneyle gitmek.

Bir iki sene böyle geçti. Sonra ilk aşk, babayla ilk aşk kavgaları, ilk dayak. Benim ilk başkaldırışım. O yaşta parasızlık  sonucunda sokağa çıkabildiğim anlarda; ”beden ticareti” halk tabiriyle “fuhuş...”

Bir yandan da, artık genç kızdım. Gizli gizli aldığım hormon sayesinde, genç kadına dönüşüyordum. Sonrasıysa çorap söküğü gibi geldi haliyle.

18’e girmek üzereyken kovulmayla-ayrılma arası bir noktayla, özgürlüğüme kavuşmuş oldum. Sevgilim ev tutmuştu, bir süre beraber yaşadık. Gereksiz kıskançlıklarıyla, boğmaya başlayınca da ayrıldım.

Çalkantılı, dramatik, trawmaları da olan, kaybolan çocukluk yüklü kendini, kimliğini keşif süreci geçirmiş oldum, sözün kısası... Sonraları ailemle ilişkim düzeldi, kısmen sorunlar çözüldü, bazılarıysa hâlen halının altında...

Ayrı evlerde ve benim kendim olmama “izin verilmesiyle”, bilinçlenmeleriyle de, birbirimizi yeniden tanımayla, üstesinde geldik gibi.

Okul hayatı...
Ötekileştirme ve transfobi dolayısıyla, liseyi birinci sınıfta bırakmıştım.  Üzerinden geçen 10 sene kadar sürenin ardından, “acaba olur mu” diye başladığım, Açık Öğretim Lisesi’nden, 2.5 senede mezun olup, devamında da Anadolu Üniversitesi Radyo – Tv Proğramcılığı’yla beraber, Uluslararası İlişkiler’in taze mezunlardanım.

Bunlar sürerken, İstanbul Üniversitesi Açık ve Uzaktan Eğitim’de, bir sene de Sosyoloji okudum.

İş hayatı…
Öncesinde, okuyucu ağırlığı LGBTİQ+’lar olan,  Homojen Dergi’de gönüllü yazarlık yapıyordum, yazma deneyimine sahiptim. Hatta bir sayımızda basılmıştı, internet üzeri dergiciliğiydi normalinde. Yazılı neşriyat yazarı da sayılırım diyelim.

Şu an ki profesyonel yazarlık yolculuğuma, yaşamı sürdürmemi de sağlayan Work’n Women’la yolumuz da 2018 Temmuz ayında kesişti.

Onur Haftası sonrası, şimdilerde editörüm ve manevi kız kardeşim de olan Gökçe Türkmen, bir yazı istemişti. Onur Haftası’nın tarihçesini, Türkiye’deki izdüşümünü de işlediğim bir yazıydı. Sanırım yazı beğenildi, okurca da ilgi gördü galiba, bir yazıyla başlanan tanışıklık, üçüncü senesini dolduruyor.

Dostlar, tanışlar arasındaki köprüler ve dayanışma ağları, hiç beklenmedik kapıları aralıyor, hayatınızı başka sokaklara çıkarabiliyor. Benimki güzelliklere, sevdiğim işe, yazarlığa açılmış oldu. 

Aile...
Erkek arkadaşlarımla da tanıştılar, hayatımı nasıl kazandığımı da saklamadım. 20 yaşlarda, bir gece kulübünde konsomatris olarak çalışmaya başladım, oranın telefonunu bile vermiştim.

Bu biraz da, merak etmeyi, merak edilmeyi, kaygılanılmasını  sevmiyor oluşumdan da kaynaklıydı o da ayrı.

Şimdilerde düşününce; bizim gibi “el alem terörü”nün yoğun olduğu, ebeveynlerin seviyelerinin belirliliği, kapalı, baskıcı, fobik, cinsiyetçi kültürler de cinsiyet kimliği, cinsel yönelim gibi kavramlar kolay aşılamıyor.

Gerçi LADEG+ ve LİSTAG+   gibi aile ve yakınlarının kurdukları dernekler, bilginin, bilgiye ulaşmanın kolaylığıyla, bazı aileler sorunsuz veyahut ta görece az hasarlı atlatabiliyorlar. Ben, o şanslı çocuklardan olamadım. Biraz da jenerasyon da önemliydi. Biz bizden öncekilerden daha rahat, sonraki kuşaklardansa daha zoru yaşayan orta ya da ara kuşağın çocuklarıyız.

Sorunlar
Gettolaşma! İlk ve en önemlilerinden birisi. Belirli mahallere, bölgelere veya apartmanlarda ortak halde yaşamaya zorlanmak. Dilediğiniz ücrete, semtte oturma şansınız sıfıra yakın. Hele de mesleğiniz zorunlu seks işçisiyse... Bulduğunuz evlerin piyasa değeri bir liraysa, trans kadınlar için 1.5-2 ?’ye çıkıyor. İstenmediğiniz, orada istenmediğiniz gizli metni aslında... Hoş hayatta da isteniyor muyuz? Cevabı çok göz önünde...

İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere çoğu büyük şehir, biz translar için avantajla beraber dezavantajı da getiriyor. Pahalılığı ayrı konu, bu şehirler birer “vitrin”, “vitrinin güzel, ahlaklı, bakımlı görünmesi” de şart. Tam ta bu noktada, evsizler, translar, seks işçileri “sümenaltı edilmek”istenmekte...

Yaşam damarlarınız boğulmaya çalışılarak; ‘biz bütün dezavantajlı kesimin’ bir an da öylece yok olmamız, belki de görünmez olmamız beklenmekte...

Sağlığa ulaşımın güçlüğü, ulaşılsa da cinsiyetçi ve fobik tavırlar “haklarınızı” ketlemekte...  Bir nevi “neremiz doğru ki” halleri. Eğitim, temel insani haklar buralara hiç girmiyorum bile... Sosyal ve hukuk devleti olamayan devletimizin sınırlarında, yaşıyoruz haspel kâder. Yaşam denirse?

Sorunlarla baş etmek
Güzel ve biraz da zor bir soru aslında. Yaşayarak öğrenme. Bir gün, bir gün daha hayatta kalarak, her yaşanılandan ucundan kıyısından deneyimler çıkarmaya çalışmakla.

Kişilerde mutlaka değişir, benim mücadele yöntemim kendime hedefler koymaktı. Okumak, okul,  eğitim, eğitimin içinde olmayı sevmemle beraber, bir nevi tutunma, mücadele yöntemimdi de. Sosyal biriyim. Sosyal çevrem çok geniş ayrıca.

Hayata kendimden katmayı, kendi farkımı katmayı, değer üretmeyi, üretebilmeyi de seviyorum. Dayanışmayı, dayanışma kültürünü seviyor oluşumla; Hayata Sarıl Derneği ve Sokak Lambası Derneği gönüllüsü ve de faal katılımcılarındanım da, haftamın 2-3 günü evsizler merkezli dezavantajlara yönelik çalışmalarımla geçiyor şimdiler de.

İyi de geliyor; odağımı kendimden başkaca merkezlere kaydırmak. Haftada 2 tane yazım oluyor. Båzen sadece günlerin veya haftanın başladığını biliyor ama arayı kaçırıyorum.  Sızlanıyor gibi algılanmasın, yoğunluğu, yoğun yaşamayı seviyorum.

Fobik saldırılar
2009 yılında, bir dönem caddede çalışma deneyimim olmuştu. O süreçte; gasp görüntülü, fobiklik ağırlıklı önümde duran içinde 3-4 kişinin olduğu, bir grup tarafından saldırıya uğradım. Dayak yedim. Başımı korumayı başaramasam sonucunu kestiremiyorum... Bir dakika gibi hızlı şekilde gerçekleşen olayda; çantam, telefon, param, cüzdanım hepsi gitti. Dakikalarca yerde hareketsiz kaldım. Sonra yoldan aracıyla geçen trans kadın sayesinde, 150 m ilerideki karakola ulaşabildim...

Gönülsüz alınan ifade, sol gözümün altı patlamış ve kanlı halde, bir saat ya da biraz daha fazlasında bekletilme. Hastaneye götürecek ekip otosunun, “bir türlü gelememesi...” Sonuç, hiç bir şey!

O olayın maktullerini bulamayan kolluk gücü, haliyle de devlet o dönemde caddede çalışmanın cezası olarak “Kabahatler Kanunu”na yönelik kesilen 4-5  para cezası için; yaklaşık 8 sene sonra bir sabah banka hesaplarıma, “ E Haciz” yoluyla bloke koyarak, astronomik oranda faiziyle tahsil etti...  Devletle tanışıklığım hiç bitmedi, ilk tanışıklığım da değildi...

Yeni homofobik saldırılar
İlk kez karşılaşmıyoruz. Bizim gibi insanların bu anlamda bir tecrübesi var. Saldırılar daha çocuklukta başlıyor. Bunu yetkililerin yapması çok daha ciddi bir durum. Toplumun gözünde hedef olarak gösteriliyorsun. LGBTİ+ hareketi çok güçleniyor bu ülkede ciddi bir tecrübe de var. Devletle ilk kez karşılaşmıyoruz. 

Saldırıların zamanı yok bu ülkede, yenisi, eskisi.. Üç yıl öncede de saldırı vardı, üç yıl sonra da olacak. Bu ülkede bu saldırılar zaman ileri aksa da saldırıların devam edeceğini, nefret söyleminin var olacağını gösteriyor.

Çözüm
Mekanizma ve yasalardan önce niyet var mı? Sorgulanması gereken o. Hayır, öyle bir arzu görmüyorum. Samimiyet varsa; Cinsiyet Kimliği/ Cinsel Yönelim anayasal güvence altına alınır.

İstanbul Sözleşmesi işletilir. Bu bağlamda, koruyucu tedbirler, bağlaşıcı hükümler de var, İstanbul Sözleşmesi’nde. Çözümler mümkün ve basitte aslında. Dediğim gibi istek ve kararlı olma durumu gerektirir. Eşit yurttaşlığa inanmayı da gerektirir…

İki film önerisi
Biri Fransa'dan ikincisi Türkiye'den filmi de bu haber vesilesi ile hatırlatıyoruz.

*Fransız yönetmen Sébastien Lifshitz'in filmi "Little girl", "Küçük Kız" isimli film, bu yıl İKSV film festivalinde online olarak izleyici ile buluştu.

Festivalde filme dair şu bilgiler paylaşılıyor:

Berlinale'den Teddy Ödülü kazanmış Sébastien Lifshitz, Bambi ve Wild Side gibi LGBTQ karakterleri odağına alan filmleriyle tanınan bir isim. Festival izleyicisinin dikkatini üç yıl önce, Fransız aktivist Thérèse Clerc'i anlattığı belgeseliyle dikkatini çeken Lifshitz, hayli zorlu ve güncel bir meseleye çeviriyor kamerasını.

Küçük Kız, 7 yaşındaki Sasha ve ailesini bir yıl boyunca gözlemliyor. Kendini hep bir kız olarak gören ve hisseden Sasha okulda erkek kıyafetleri giymek zorunda bırakılsa da ailesi durumun ve Sasha'nın ciddiyetinin farkında. Berlin Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan Küçük Kız Sasha'nın dilediği gibi olma ve özgürce yaşama mücadelesini, toplumun tepkilerini ve ailesinin tüm fobik saldırılara karşı dirayetli duruşunu içe işleyen bir sinema diliyle anlatıyor.

*Çocukları LGBTI+ olan Türkiye'li bir grup anne ve babanın hikayelerini seyirciye taşıyan "Benim Çocuğum", Ocak 2013'te tamamlandı. Yönetmenliğini Can Candan'ın üstlendiği, 82 dakikalık uzun metraj belgeselde muhafazakar, homofobik, transfobik bir toplumda bir yandan aile, bir yandan da aktivist olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımlayan LİSTAG'lı yedi ebeveynin deneyimleri aktarılıyor.

(EMK)

http://bianet.org/bianet/lgbti/226599-trans-gazeteci-esra-ece-kutlu-devletle-ilk-kez-tanismadik

Şeyhülislam çalımlı Diyanet İşleri Başkanı

$
0
0
Gazetelerden aktarıyorum: Diyanet İşleri Başkanı Bay Ali Erbaş küffarın elindeki “camileri fethedeceğiz” demiş. Sanki 11.5 milyar (2020) bütçeli, 130 bin personel sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın emrideki 84 bin 684 camide çanlar çalıyor ve  işgalci Hıristiyanlar ayin yapıyormuş gibi.

Haber şöyle:

Primis Player Placeholder

***

“Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, İmam Hatipliler Derneği ÖNDER’in YouTube kanalında yayımlanan ‘Bayram Özel Sohbeti’ programında açıklamalarda bulundu. 29 Mayıs’ın İstanbul’un Osmanlı tarafından alınışının 567’nci yıldönümü olmasına atıfta bulunan Erbaş, cuma namazı kılmayı da ‘fetih’ faaliyetine benzetti. Erbaş, ‘Şimdi vakit geldi. 29 Mayıs Cuma günü, fethin sembolü olan o günde camilerin fethini gerçekleştireceğiz inşallah’ ifadelerini kullandı. Cuma namazının kılınacağı yerin sorulması üzerine de Erbaş, ‘Sultanahmet’le Ayasofya arasında bir yer düşünüyoruz’ diye konuştu.”

***

‘Bugünlerimiz imam hatip neslinin gayretleri sayesinde’

“LGBTİ+ bireyleri hedef gösteren açıklamalarıyla Ankara Barosu başta olmak üzere birçok insan hakları örgütü ve aktivistin tepkisini toplayan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, Önder İmam Hatipliler Derneği’nin YouTube’daki Ramazan Bayramı’na özel programında, ‘Diyanet’e yönelik saldırılar oldu. Diyanet hedef gösterildi’ savunmasını yaptı.

Bay Erbaş, Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Ey düşmanım, sen benim ışığım ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın’ sözlerine atıfta bulunarak ‘Demek ki teşkilatımız onları rahatsız edecek bir şeyler yapıyor ki yıpratmaya çalışıyorlar. Onlar yıpratmaya çalıştıkça da teşkilatımız daha güçleniyor ve kuvvetleniyor’ dedi. Erbaş, imam hatiplere ilişkin ise ‘Ortaokul ve lisede okuyanların yüzde 15’i değil de yüzde 25’i imam hatipte okusun da ondan sonra üniversitelere gitsin istiyoruz. Bunun faydasını yaşıyoruz şu anda. Ülkemiz imam hatip neslinin gayretleriyle bugünleri yaşıyor’ diye konuştu”

***

Bay Erbaş’ın bazen “onlar”,  bazen (Necip Fazıl’dan aldığı ilhamla)  “düşmanlar” diye tesmiye ettiği münafıklar şöyle düşünüyor: Bu Bay Erbaş’ın işvereni kim; işverenle imzaladığı hizmet aktinde neler yazıyor; bu Bay Erbaş hizmet sözleşmesine sadık mı? Münafıklar haklıdır, çünkü Bay Erbaş ve emrinde çalışan 130 binlik personel, onların verdiği vergiyle sefa sürmekte.

Demek ki Bay Erbaş’ın işvereni olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “kâhyası” olan hükümet de Bay Erbaş gibi hizmet sözleşmesine riayet etmemekte. Demek ki durum iyi değil, karakolluk!

***

Ama biz gene  de T.C. Anayasası’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ilgi 136 maddesini anımsayalım: “Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.”

Bay Erbaş’ın başında bulunduğu Diyanet İşleri genel idare içinde yer aldığına göre bütün devlet kurum ve kuruluşları gibi Cumhuriyet devletinin laiklik ilkesine yüzde yüz bağlı kalacak.

Bunun lamı cimi yok! Bay Erbaş, yaptığı görevle ilgili olarak anayasaya sadık mı? Değil, anayasa ayağının altında paspas! Bay Erbaş, yaptığı görevle ilgili olarak yasa ve yönetmeliğe sadık mı? Değil, bunlar da ayağının da altında paspas! Bay Erbaş, gerçek işvereni olan devlete vekâlet eden hükümete mi yoksa devlete mi sadık? Bay Erbaş devlete değil, hükümete sadık; oysa Bay Erbaş devlet memuru, hükümet memuru değil! Ama gerçekte devletin değil, hükümetin memuru gibi davranıyor ve Cumhuriyet’e değil hükümetin ideolojisine hizmet ediyor.

***

Bay Erbaş, Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntı yaparak, “Ey düşmanım, sen benim ışığım ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” diyor ve ekliyor: “Demek ki teşkilatımız onları rahatsız edecek bir şeyler yapıyor ki yıpratmaya çalışıyorlar. Onlar yıpratmaya çalıştıkça da teşkilatımız daha güçleniyor ve kuvvetleniyor.”

Necip Fazıl’ın kazınmaz sıfatı bir kitabımın (Cumhuriyetin Şairi Nâzım Hikmet, Cumhuriyetsiz Şair Necio Fazıl) kapağında yazıyor. Böylece Bay Erbaş, Cumhuriyete, onun devrimlerine ve İslamcı olmayan herkese düşman olduğunu itiraf ve ilan ediyor.

Ancak Bay Erbaş bir konuda çok haklı: Ülkemiz bu sefil ve rezil günleri imam hatip neslinin gayretleri sayesinde yaşıyor.

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/seyhulislam-calimli-diyanet-isleri-baskani-1748339

Michael Jackson'ın kızı, Hz. İsa'yı yeni filminde lezbiyen olarak canlandıracak

$
0
0
ABD’li pop efsanesinin 22 yaşındaki kızı Bella Thorne ve Gavin Rossdale’in de yer aldığı yeni filmde Hz. İsa’yı canlandıracak


Oyuncu daha önce The xx, Thirty Seconds to Mars ve başka grupların kliplerinde de yer almıştı (Voltage Pictures)

Amerikan popunun efsane isimlerinden Michael Jackson’ın kızı Paris Jackson, yeni filminde Hz. İsa'yı lezbiyen olarak canlandıracak.

Jackson'ın Hz. İsa'yı bir kadın olarak canlandıracağı bilgisi daha önce de basına yansımıştı. Ancak karakterin lezbiyen olacağı bilgisi ilgili haberlerde yer almamıştı. Bu bilginin filme dair tartışmaları alevlendirmesi bekleniyor.

E Online'ın haberine göre Jackson’ın 22 yaşındaki kızı, Bella Thorne ve Gavin Rossdale gibi isimlerin de yer aldığı Habit filminde Hz. İsa’yı canlandıracak. Filmde Paris Jackson’ın karakterinin hızma takacağı, dağınık dalgalı saçları olacağı belirtildi.

Filmde yer alacak Bella Thorne ise Hz. İsa fetişi olan ve rahibe gibi görünmeye çalışan şehirli bir parti kızını canlandıracak.

Metro'nun haberine göre Thorne’un karakteri ayrıca yanlış giden uyuşturucu anlaşmasının sonuçlarından kaçmaya çalışıyor.

Filmde yer alacak isimler arasında ayrıca Josie Ho, Jamie Hince, Alison Mosshart, Andreja Pejic ve Libby Mintz’in de yer alacağı doğrulandı.

Yapımcı Donovan Leitch, Entertainment Weekly’ye verdiği röportajda filmde müziklerin de çok önemli bir yeri olduğunu söyledi.

Filmi kasıtlı olarak rock yıldızlarıyla doldurduk ve filmin müzikleri epey hareketli olacak.

Koronavirüs pandemisi nedeniyle filmin yapımına bir süre ara verildiği ve halihazırda post-prodüksiyon aşamasında olduğu aktarıldı.

Öte yandan Happymag’ın haberine göre, Hıristiyan gruplar filmin son verilmesine yönelik imza kampanyası başlattı. Kar amacı gütmeyen ve “Hıristiyan değerleri eğlence endüstrisine kazandırmak için” çalışan Movieguide, filme karşı imza kampanyası başlattı ve yapımcıların “Hz. İsa’nın İncil’de yer alan tarihi tasvirine saldırdığını” savundu.

Grup, Hz. İsa’nın tasvirinin yanlış yönlendirmeye neden olacağını ve çocukların kafasını karıştıracağını söylüyor.

Paris Jackson, en son MTV’nin Scream: The TV Series yapımında yer aldı. Jackson oyunculuk kariyerine ilk kez 2018’de yayımlanan Fox’un müzikal draması Star’da başladı.

Jackson ayrıca modellik yapmaya devam ediyor ve sevgilisi Gabriel Glenn ile birlikte akustik rock grupları The Sunflowers ile müzik kariyerini de sürdürüyor.

Janell Shirtcliff’in yönetmen koltuğunda yer aldığı filmin ne zaman vizyona gireceği henüz bilinmiyor.

https://indyturk.com/node/203936/k%C3%BClt%C3%BCr/michael-jackson%C4%B1n-k%C4%B1z%C4%B1-hz-isay%C4%B1-yeni-filminde-lezbiyen-olarak-canland%C4%B1racak

Özdemir Erdoğan: "Zeki Müren'e 'Paşa' dediler, madam deyin ne Paşası?"

$
0
0
Özdemir Erdoğan "Zeki Müren'e 'Paşa' dediler, Madam deyin ne Paşası?.. Bir tane de Paşa çıkıp laf etmedi! ..."


Halk Tv de Enver Aysever'e konuk olan Özdemir Erdoğan Sanat Güneşi'ni diline doladı.

#ÖzdemirErdoğan ”Zeki Müren takım elbiseleriyle çıkmıştı, sesi çok güzeldi, sonra özel hayatını öne çıkardı, kötü şarkı söylemeye başladı. Paşa dediler, madam deyin ne paşası! Bi' paşa da çıkıp laf etmedi. Mini eteğiyle kötü örnek oldu.” dedi

Kanser tedavisi gördüğünü söyleyen Özdemir Erdoğan, İBB'ye 2010 yılında Feshane de uygun fiyata konserler verdiğini belirtti.. Daha önce Mason olduğunu da açıklayan sanatçı insanların fikirlerinin zaman içerisinde değişiklik gösterebildiğini ifade etti.

Ersen "Dilini tutup kafayı sıyırmasa..."
.
Sanat Güneşi Zeki Müren'i diline dolayarak tekrar gündeme gelen Özdemir Erdoğan'a Ersen ve Dadaşlar Grubu'nun kurucusu ve solisti Ersen Dinleten'den tepki geldi..

Anadolu Rock müziğin efsane ismi #ErsenDinleten sosyal medya hesabından Özdrmir Erdoğan için yaptığı yorumda; "Dilini tutup kafayı sıyırmasa ülkenin en iyi müzisyenlerinden biri.. Ayrıca çok severim ancak dili ve davranışları yüzünden bir yıldız sanatçı olamadı, yazık, çok yazık!.." notunu düştü.

Olcay Ünal Sert

Günün eşcinsellikle ilgili haberleri

$
0
0
Ötekileştirmeye sosyal mesafe!

Antalya LGBTİ+ Platformu, Antalya 4’üncü Onur Haftası etkinlikleri kapsamında açıklama yaptı. Açıklamada, “Homofobiye, bifobiye, transfobiye, ırkçılığa, türcülüğe, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, şiddete, hoşgörüsüzlüğe, adaletsizliğe sosyal mesafe koyuyoruz” sloganı dikkat çekti


ANTALYA LGBTİ+ Platformu, Antalya 4’üncü Onur Haftası etkinlikleri kapsamında açıklama yaptı. BİZ Derneği Başkan Yardımcısı Ahmet Çevik’in okuduğu ortak açıklamada eşcinsel bireylerin sıkıntılarına ve ülkemizdeki eşçinsel bakış açısındaki sorunlara dikkat çekildi. ‘Asla yalnız hissetme’ mesajı verilen açıklamada “Homofobiye, bifobiye, transfobiye, ırkçılığa, türcülüğe, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, şiddete, hoşgörüsüzlüğe, adaletsizliğe sosyal mesafe koyuyoruz” denildi.

‘GÜVENCESİZ HİSSETTİK’

Yasaklara savaşlara kimsesizliğe kitlesel kıyımlara ve salgınlara karşı geçmişten günümüze bu onurlu mücadelerinde var oluşlarını haykırdıklarını ve kutladıklarını söyleyen Çevik, “Yeryüzünde  onurumuza sahip çıkarak yarım yüzyıllık süreci geride bıraktık. Ülkemiz de büyük bir dayanışmayla örülen görkemli onur yürüyüşlerine tanıklık etti. Zor süreçlerden geçtik. Yaşadığımız salgın ve beraberinde gelen sosyal kıyım da işten çıkarılan, tüm risklere rağmen çalışmak zorunda kalan, evde ailesi ile yaşamak zorunda olup zorbalığa maruz kalan, çalışamayan, dış koşullardan dolayı yalnızlaşanlarımız oldu. Zaten sosyal haklara erişimde bürokratik güçlükler çıkarılırken, ayrımcılık, dışlama ve düşmanlaştırma devlet güdümüyle, diyanetin açıklamalarıyla propaganda edilirken ev içi şiddet ve ayrımcılık gibi konularda daha güvencesiz halde hissettik” dedi.

ASLA YALNIZ HİSSETME

“Sadece görünürlüğümüze siyasi ve sosyal çalışmalarımıza karşı değil, LGBTİQ+ olarak varoluşumuza, öz kimliğimize yönelik, zaten var olan saldırılar daha da arttı” diyen Çevik, “Bizleri gettolara hapsetme, kamusal alandan dışlama, aşağılama şiddet ve ötekileştirme daha da katmerleşti. Nefret ve savaş dili, kamusal  alanı teslim aldı. Pandemi ifade özgürlüğünün sınırlandırmanın bahanesi oldu. Ülke, yaşanan derin bir anti-demokrasi krizinin devamında, derin bir ekonomik krize sürüklenmiş durumda. Bizim onur yürüyüşlerimiz de bu anti-demokratik sistemin  kurbanı edildi ve yıllarca yasaklandı. Kimimiz bu zor süreçte  dayanışma içinde ve bağlantıda kaldı. Kimimiz yalnız hissetti, yardım isteyemedi. Eğer öyleyse asla yalnız hissetme. Hiçbir zorluğu tek başına aşmak zorunda değilsin. Dayanışma böyle zamanlar için var” diyerek kendini yalnız hisseden eşçinsel bireylere çağrıda bulundu.

Çevik ayrıca “Bizler, kendimizle birlikte, kadınlar  ve bütün ezilenler ve ötekileştirilenler için eşitlik ve özgürlük istemeye, bütün yoksullar ve emekçiler için onurlu bir yaşam istemeye devam edeceğiz. Ezilenlerin dostu, kardeşiyiz ve bütün ezilenler dostumuz kardeşimizdir” sözlerini ekledi.

‘SOSYA MESAFE KOYUYORUZ’

Onurlu duruşlarını yine sergileyecek ve haykıracaklarını söyleyen Çevik, “Aşkın cinsiyeti yoktur. Hayatı renklendirmek için daha çok gökkuşağı daha çok aşk lazım diyoruz. Bu Pride'da çoğunlukla yan yana olamayacağız  ama birbirimize dokunamasak da yan yana olamasak da dayanışmanın her türlü mümkün olabileceğini biliyoruz. Bir arada olacağımız günlere yaklaşıyoruz. Gücümüzü ve cesaretimizi haklılığımızdan alıyoruz. Homofobiye, bifobiye, transfobiye, ırkçılığa, türcülüğe, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, şiddete, hoşgörüsüzlüğe, adaletsizliğe sosyal mesafe koyuyoruz” dedi.
Dilan ERAY

http://antalyaekspres.com.tr/ozel-haber/haber/otekilestirmeye-sosyal-mesafe/601908


LGBTİ üyesine polis dayağı 

Rusya'da kural ihlali yapan bir eşcinsel güvenlik kontrolü yapan 2 görevliye fiziki müdahalede bulundu.

Görevli polislerden biri elinde tuttuğu nesneyi yere düşürdü. Düşen eşyasını alan polis kadın kıyafeti giyen eşcinseli tek yumrukla yere indirdi.

Rusya'nın başkenti Moskova'da bir metro istasyonu girişinde kaydedildiği belirtilen görüntülerde polisten yediği darbe sonrası yerden kalkamayan LGBTİ'linin tutuklandığı ve görevli memura mukavemetten yargılandığı kaydedildi.

Rusya'da LGBTİ'ye terörle eşdeğer muamele
Rusya, Rus LGBT Ağı ve Rus LGBT Topluluğunun "aile değerlerini reddettiği, geleneksel olmayan cinsel ilişkileri teşvikinin ebeveynlere saygısızlık anlamına geldiği" gerekçesiyle sosyal ağ sitelerini kapattı. Karara imza atan Oktyabrsky Bölge Mahkemesi, Rus LGBT Ağı ve Rus LGBT Topluluğu gruplarının "aile değerlerini reddettiği, geleneksel olmayan cinsel ilişkileri teşvik ettiğini ve ebeveynlere ve diğer aile üyelerine saygısızlık yaptığını" belirtti.

Yasak kararı 2013'te çıkarıldı
Rusya Federasyonu’nda “eşcinsel propaganda yasası” 2013’ten bu yana yürürlükte. Bu yasaya göre ülkede ‘eşcinsellik propagandası’ yasaklandı ve tüm güvenlik birimleri LGBT gruplarını engellemekle yükümlü. Başkent Moskova ve farklı kentlerde LGBT üyelerinin gösteri girişimlerine Rus güvenlik birimleri sert müdahalelerle engel oluyor. Gösteri girişimlerinde bir çok LGBT üyesi gözaltına alındı. Bazı topluluk üyeleri ise kanuna muhalefetten tutuklandı. Kaynak: LGBTİ üyesine polis dayağı ( video haber)

https://www.referansmedya.com/lgbti-uyesine-polis-dayagi-3350h.htm


'LGBTİ+'lara yönelik ayrımcılığa son verin'

Uluslararası Af Örgütü,  LGBTİ+'ların salgın döneminde yaşadığı dışlanmaya son verilmesi için devletlere çağrıda bulundu.

Uluslararası Af Örgütü’nün Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Kimlik Birimi Araştırmacısı ve Politika Danışmanı Nadia Rahman, Onur Haftası etkinliklerine yönelik engellemeye tepki gösterdi.

"Düşmanca veya tehlikeli karantinalar altında mahsur kalmış sayısız insan var" diyen Rahman, şöyle konuştu: "Devletler acilen ülkelerindeki LGBTİ+’lara somut ve uygun destek sağlamalı. Sağlık hizmetlerine eşit erişimin güvence altına alınması, istihdam ve sosyal güvenlik mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması, şiddet ve tacizlerle karşılaşan LGBTİ+’lara güvenli yerler temin edilmesi buna dahildir."

Af Örgütü açıklamasında LGBTİ+'ların yaşadığı hak ihlallerinden örnekler de verdi. Buna göre, Uganda’da, 23 genç, "hastalığın yayılmasına yol açabilecek ihmalkar davranışlar" ve "yasal düzene itaatsizlik" gibi suçlar işledikleri gerekçesiyle gözaltına alındı.

Filipinler’de polis, üç LGBTİ+’yı, sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri bahanesiyle cezalandırmak için aşağılayıcı davranışlara zorladı ve bu sırada video çekerek, görüntüleri sosyal medyada paylaştı.

Hindistan’da merkezi hükümet, çıkardığı teşvik paketinde transları kapsam dışı bıraktı.

Uluslararası Af Örgütü, Mısır yetkilileri tarafından keyfi olarak gözaltına alınan ve işkence edilen Mısırlı kuir aktivist Sarah Hegazi’nin ölümünün, devlet destekli ayrımcılığın sonuçlarını ortaya koyan kahredici bir örnek olduğuna dikkat çekti.

Örgüt, hükümetlere şu çağrıyı yaptı:
"Hormon terapisi, beden uyum ameliyatları ve ruhsal sağlık desteği de dahil olmak üzere sağlık hizmetlerine erişim sağlanmalı.
Düşmanca karantina koşullarında yaşayan LGBTİ+’lara koruma sağlanmalı, bu kapsamda şiddet vakalarının bildirileceği yardım hatları da dahil olmak üzere, ev içi şiddet ve aile şiddetine uğrayan kişilerin adalete, desteğe ve hizmetlere erişimini kolaylaştıracak düzenlemeler hayata geçirilmeli.
İstihdam ve diğer temel hizmetlere eşit erişim güvence altına alınmalı, LGBTİ+’ların devlet teşvik paketleri ve sosyal yardımlardan dışlanmaması sağlanmalı.
COVID-19’la bağlantılı politikalar bahane edilerek LGBTİ+’ların suçlu haline getirilmesine son verilmeli.
LGBTİ+’ların yaftalanmasına müsamaha gösterilmeyeceği net bir biçimde ifade edilmeli."

http://www.etha15.com/haberdetay/lgbtilara-yonelik-ayrimciliga-son-verin-120932


Markaların Onur Haftası Mesajları

Kadınlara destek söylemleri, ırkçılık karşıtı mesajlar, şiddete karşı üretilen çözümler ve nice toplumsal çalışmalarla markalar artık birer topluluk yönetmenin dışında fikir önderliği konusunda büyük sorumluluklar alıyor. LGBTİ+ bireylerin toplumdaki rolüne pozitif mesajlar bırakan ve desteğini gösteren markalar ayrı bir pencereyi dünya ve toplulukları için açıyor. Bu yıl markaların LGBTİ+ bireyler için yayınladıkları mesajlar yeni dünyamız için küçük, hepimiz için büyük bir adım olsun.


İşte zorluklarla geçen 2020’de markaların LGBTİ+ mesajları sizlerle!

Bomonti
Geçtiğimiz yıl, gökkuşağı renkli ve gökkuşağı baskısı renklerine sahip, özel Bomonti şişesi, bu yıl da Gurur Ayı kutlamalarının bir parçası olarak raflarda yerini aldı.

Durex ve Gmax
Durex, Gmax ile iş birliği yaparak  #LGBTHaklarıİnsanHaklarıdır etiketiyle, umudu ve gururu vurgulayarak “Onur Haftası” filmi ile dünya dursa bile, yürüyüşün devam ettiğine dikkat çekiyor.

IKEA
LGBTİ+ topluluğundan insanlar, maalesef zorunlu olarak ailesinden ayrı ve izole hayat yaşamaya maruz kalıyor. IKEA herkesin bir evi olduğunu ama gidecek bir evi olmadığını vurgulayarak, herkesin kendini evinde hissetmeye hakettiğini söyleyerek LGBTİ+ topluluğuna destek veren bir kampanya başlatıyor. Be Someone’s Home kampanyası ile ayrımcılığa maruz kalan herkese kucak açıyor.

P&G
P&G, Onur haftası için “ The Pause “ reklam filmini yayınladı. LGBTQ topluluğunun hemen hemen her gün yaşadığı tereddüt duygusuna değiniyor. Yeni biriyle tanışma anında, hissettiği yargılanma ve reddedilme korkusu gibi duyguları gözler önüne seriyor.

NYX
NYX profesyonel makyaj ürünleri, LGBTİ+ topluluğuna müttefik olmanın ne anlama geldiği konusunda izleyicileri eğitmeyi amaçlayan “Herkes için gururlu müttefikler” (Proud allies for all) adını verdiği gurur girişiminin lansmanını duyurdu. Çevrimdışı ve çevrimiçi etkinliklerin bir karışımı olan gurur kampanyası, sanal bir gurur yürüyüşü sunuyor.

Reebok
Reebok, sevme ve sevilme ihtiyacı olan herkes için, “Tüm Sevgi Türleri” (All Types Of Love)
koleksiyonunu ve “Gurur Notları” (Pride Notes) kampanyasını başlatıyor. Birbirini seven bireylerin yazdığı notları, bireylerin benzersiz öykülerini ve yolculuklarını paylaşmaları için bir platform sunuyor.Koleksiyon ile, LGBTİ+ topluluğunun karşı karşıya kaldığı günlük adaletsizlik ve eşitsizlikler konusunda farkındalığını artırmaya hedefliyor.

Ve son olarak; aşk kazansın!

https://halklailiskiler.co/markalarin-onur-haftasi-mesajlari/


Af Örgütü’den devletlere: “LGBTİ+’lara destek olun”

Af Örgütü, devletlere, Onur Haftası'nda LGBTİ+’ların COVID-19’la mücadelede ihmal edilmemesi gerektiğini hatırlattı.

Onur Haftası vesilesiyle bir açıklama yayımlayan Uluslararası Af Örgütü, LGBTİ+ haklarının giderek daha büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir dönemde yapılan etkinliklerin, LGBTİ+ haklarını savunmak ve geliştirmek için bir fırsat olduğunu söyledi.

Uluslararası Af Örgütü, aylardır süren karantina tedbirlerinin LGBTİ+’ları korkunç boyutlara varan ayrımcılık, yaftalama, düşmanlık ve şiddete maruz bırakarak, mevcut eşitsizlikleri daha da yerleşik hale getirdiği uyarısında bulundu.

"LGBTİ+'ların güvenliği sağlansın"
Uluslararası Af Örgütü’nün Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Kimlik Birimi Araştırmacısı ve Politika Danışmanı Nadia Rahman konu hakkında yaptığı açıklamada şunları söyledi:

“Onur Haftası’nda dünyanın dört bir yanındaki LGBTİ+’lar, aktivistler ve LGBTİ+ hakları savunucuları tüm dünyaya, küresel bir pandeminin bile onları birçok hükümet tarafından halen teslim edilmeyen haklarını talep etmekten alıkoyamayacağını gösteriyor.”

“Çevrimiçi etkinlikler zor zamanlarda umut veriyor; ancak sayısız LGBTİ+ Onur Haftası’nı, cinselliklerinin ve kimliklerinin kabul görmediği, düşmanca veya tehlikeli karantinalar altında mahsur kalmış bir şekilde geçirdi.”

“Devletler acilen ülkelerindeki LGBTİ+’lara somut ve uygun destek sağlamalı. Sağlık hizmetlerine eşit erişimin güvence altına alınması, istihdam ve sosyal güvenlik mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması, şiddet ve tacizlerle karşılaşan LGBTİ+’lara güvenli yerler temin edilmesi buna dahildir.”

LGBTİ+’lar saldırılara uğruyor ve dışlanıyor
Bazı devletler pandemiyi LGBTİ+’lara yönelik baskıları haklı göstermek ve haklarını ağır bir biçimde ihlal eden veya onları yaftalayan tedbirleri hayata geçirmek için bahane etti. Örneğin Uganda’da, 23 genç, “hastalığın yayılmasına yol açabilecek ihmalkar davranışlar” ve “yasal düzene itaatsizlik” gibi suçlar işledikleri bahanesiyle ikamet ettikleri LGBTİ+ sığınma evinde gözaltına alındı.

Filipinler’de polis, üç LGBTİ+’yı, sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri bahanesiyle cezalandırmak için aşağılayıcı davranışlara zorladı ve bu sırada video çekerek, görüntüleri sosyal medyada paylaştı.

LGBTİ+’lar, tarihsel olarak, kaynakların dağılımı konusunda dışlanıyor; sağlık hizmetleri, istihdam ve barınmaya erişimde ayrımcılığa uğruyor; LGBTİ+’ları suçlu haline getiren planlı yasaların yanı sıra, taciz, korkutma ve keyfi gözaltılarla karşı karşıya kalıyor ve hem devlet aktörleri hem de devlet dışı aktörler tarafından öldürülüyor.

Bu kriz ve her bir devletin bu krizi ele alma biçimi, mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor. Örneğin Hindistan’da merkezi hükümet, Hindistan’daki transların büyük çoğunluğunun günlük ücret karşılığı çalışarak geçimini sağlamasına ve krizden ağır bir biçimde etkilenmesine rağmen, yakın zamanda çıkardığı teşvik paketinde transları kapsam dışı bıraktı.

Sarah Hegazi devlet destekli ayrımcılık sonucu öldü
Uluslararası Af Örgütü, Mısır yetkilileri tarafından keyfi olarak gözaltına alınan ve işkence edilen Mısırlı kuir aktivist Sarah Hegazi’nin ölümünün, devlet destekli ayrımcılığın sonuçlarını ortaya koyan kahredici bir örnek olduğuna dikkat çekti.

İntihar etmeden önce on sekiz ay Kanada’da sürgünde yaşamaya zorlanan Sarah’ın ölümü, dünyanın dört bir yanındaki LGBTİ+ aktivistleri yasa boğdu. Sarah, son yazısında, sürgünde yaşamanın insanı ne kadar yalnızlaştırdığını ve Mısır yetkililerinin cezasız kalması karşısında hissettiği umutsuzluğu anlatmıştı.

“Sarah Hegazi aşk, özgürlük ve umut ışığıydı. Onun için yas tutarken, bir yandan da dünyanın her yerinde buna benzer adaletsizliklerle, ayrımcılıkla ve zalimlikle karşı karşıya kalan herkesle dayanışma içindeyiz” diyen Nadia Rahman, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Tüm dünyadaki aktivistler, Sarah’ın mirasını geleceğe taşıyacak; ancak bunu tek başımıza yapamayız. Devletler, LGBTİ+’lara saygı göstermek ve onları korumakla yükümlüdür. LGBTİ+’ların yaşanmış hikayelerine ve toplumları içindeki eşit haklarına saygı gösterilmeli, kapsayıcı olunmalı ve bu haklar, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığı engelleyecek politikalar ve yasalarla bütünleştirilmelidir.”

Tüm hükümetlere acil önlem çağrısı
Pandemi, LGBTİ+’lara yönelik süregelen dışlama ve ayrımcılık biçimlerini görünür kıldı. Tüm yasalarımızda ve politikalarımızda, en şiddetli şekilde ötekileştirilen grupların güvende ve iyi olmasını sağlamaya dönük değişiklikler yapmamız gereken bir dönemde, böyle bir şeye müsamaha gösterilemez.

Çağrı

Uluslararası Af Örgütü, dünyanın dört bir yanındaki hükümetlere şu çağrıları yapıyor:

*Hormon terapisi, beden uyum ameliyatları ve ruhsal sağlık desteği de dahil olmak üzere sağlık hizmetlerine erişim sağlanmalı.

*Düşmanca karantina koşullarında yaşayan LGBTİ+'lara koruma sağlanmalı, bu kapsamda şiddet vakalarının bildirileceği yardım hatları da dahil olmak üzere, ev içi şiddet ve aile şiddetine uğrayan kişilerin adalete, desteğe ve hizmetlere erişimini kolaylaştıracak düzenlemeler hayata geçirilmeli.

*İstihdam ve diğer temel hizmetlere eşit erişim güvence altına alınmalı, LGBTİ+'ların devlet teşvik paketleri ve sosyal yardımlardan dışlanmaması sağlanmalı.

*COVID-19'la bağlantılı politikalar bahane edilerek LGBTİ+'ların suçlu haline getirilmesine son verilmeli.

*LGBTİ+'ların yaftalanmasına müsamaha gösterilmeyeceği net bir biçimde ifade edilmeli.

http://bianet.org/bianet/lgbti/226637-af-orgutu-den-devletlere-lgbti-lara-destek-olun


28’inci Onur Haftası coşkuyla kutlandı

Her sene geleneksel olarak kutlanan İstanbul LGBTİ+ Onur haftasını 28’incisi bu sene salgın nedeniyle online olarak kutlandı. 2015 yılından beri İstanbul Valiliği’nin keyfi yasağına takılan onur haftası ve yürüyüşü bu senede tüm yasaklara ve baskılara rağmen Taksim Mis sokakta şenlik havasında kutlandı. Gökkuşağı maskeler yüzlerinde, Mis sokağa akın eden LGBTİ+’lar, sloganlar ve şarkılar eşliğinde doyasıya eğlendi. Sık sık, “Nefrete inat yaşasın hayat”, sloganının atıldığı kutlamada, sokak defilesi gerçekleştirdi; halaylar çekilip, hep bir ağızdan şarkılar söylendi.

https://alevinet.com/2020/06/29/28inci-onur-haftasi-coskuyla-kutlandi/


“Mücadele tek bir haftayla sınırlı değil, her an her yerde”

2011 yılından beri hak temelli çalışmalar yürüten ve temel hedefi LGBTİ+’ların yaşadığı sorunlara kalıcı ve kapsamlı çözümler üretmek olan Sosyal Politika Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği’yle (SPoD) LGBTİ+ Danışma Hattı’nı ve Onur Haftası’nı konuştuk.

Öncelikle SPoD’u tanıyabilir miyiz?

Toplumun her alanında yaşanan ve özelde cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli şiddet, baskı, sosyal dışlanma ve ayrımcılık durumlarıyla ilgili veri oluşturmayı ve bütün ayrımcılık biçimlerinin ortadan kalkmasına yönelik çalışmayı amaçlıyoruz. Bu hedefle; kilit meslek gruplarının bilgilendirilmesi ve önyargının azaltılması amacıyla eğitimler, hukuki, sosyal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri veriyoruz. Bunların yanı sıra özel sektör, sivil toplum kuruluşları ve belediyelere eğitimler veriyor, seminerler, paneller, seçim kampanyaları düzenliyoruz.

PsikoSosyal destek alanında LGBTİ+ Danışma Hattı’nız var. Burada en çok hangi sorunlar dile getiriliyor?

LGBTİ+ Danışma Hattı, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim odaklı soru ve sorunlar için güncel, doğru ve güvenilir bilgiyi aktarmak amacıyla 2017’de kuruldu. Kapsamlı bir eğitim alan gönüllü ekibimiz tarafından LGBTİ+ danışanlara ayrımcılık ve şiddet, cinsel sağlık, cinsiyet uyum süreci, askerlik, açılma, ilişki zorlukları ve diğer hizmet ve kurumlar gibi konularda danışmanlık ve destek hizmeti veriliyor. Danışma Hattı’nda en çok duygusal destek konusunda başvuru alıyoruz. Ayrıca danışanları talepleri doğrultusunda hukuki danışmanlık, psikolojik destek ve sosyal hizmet gibi konularda SPoD’un ilgili çalışma alanlarındaki uzmanlara yönlendiriyoruz.

Onur Haftası bu sene 22-28 Haziran 2020 tarihleri arasında “Ben Neredeyim?” temasıyla düzenleniyor. Onur Haftası’nın öneminden ve bu sene belirlenen temanın ifade ettiklerinden bahsedebilir misiniz?

26 Haziran 1969’da New York’ta Stonewall Inn adlı barda, polisin yoğun baskısı ve şiddetine karşı, LGBTİ+’ların başlattığı direniş, birkaç gün içinde tüm şehirde ses getirdi ve büyüyerek devam etti. Geçtiğimiz yıl Stonewall’ın 50. yılını kutladık. Bu tarih tüm dünyadaki LGBTİ+’ların hak ve onuruna sahip çıkma mücadelesi açısından oldukça kıymetli. Türkiye’de de Onur Haftası, 1993 yılından beri Haziran’ın son haftasında gerçekleştiriliyor. Hafta, kolektif bir yapılanma olan Onur Haftası Komitesi tarafından organize ediliyor. Hafta boyunca panel, atölye, forum, parti gibi çeşitli etkinliklere yer veriliyor ve nihayetinde haziran ayının son pazar günü Onur Yürüyüşü gerçekleştiriliyor. Mücadele elbette ki tek bir haftayla sınırlı değil, her an her yerde. Onur Haftası ise daha özelde LGBTİ+’ların onurlarını kutladıkları, dertleştikleri, söyleştikleri, ürettikleri, yenilendikleri bir hafta oluyor.

Bu yıl 28’incisi düzenlenen Onur Haftasının teması, “Ben Neredeyim”. Yok sayılma, kimliksizleştirme, hafızasızlaştırma politikalarına, baskıya, şiddete, engellemelere karşı LGBTİ+’lar Türkiye’nin her yerinde onurlu mücadelesini sürdürmeye devam ediyor. Yürüdüğü sokakta, güvencesiz çalıştığı işte, dinlenmek için oturduğu parkta, cis-heteroseksist normların üstüne kurulu okullarda, hastanelerde, adliyelerde, kentin her köşesinde var olmaya çalışıyor. LGBTİ+’ların varlığı bu kadar gerçekken ve bu gerçekliği başta anayasal düzeyde olmak üzere yok saymaya çalışan bir sistem günden güne el artırıyorken “Ben Neredeyim” teması, sistemi bu sorunun cevabıyla yüzleşmeye çağırıyor. Soruyu sadece egemen olana da yöneltmiyor. Aslında birlikte yol yürüdüğü kişilere, LGBTİ+ hareketin kendisine, insan hakları mücadelesine, eşitlik ve özgürlük talebindeki tüm aktörlere de “Ben Neredeyim” diyor. Elbette ve belki de en çok bu soruyu kendine soruyor. “Ben Neredeyim” teması her anlamda bir düşünme, konuşma, birlikte eyleme alanı açıyor.

http://sosyalup.net/mucadele-tek-bir-haftayla-sinirli-degil-her-an-her-yerde/


İSRAİL, LGBTİ+ ETKİNLİĞİNE EV SAHİPLİĞİ YAPTI

Serhat TUNAR -DG- Orta Doğu'nun en büyük Onur Yürüyüşü’ne ev sahipliği yapan Tel Aviv'de katılımcılar Rabin Meydanı’nda buluştu.

İsrail’de koronavirüs kısıtlamaları nedeniyle büyük organizasyonların iptal edilmesi üzerine binlerce kişi pazar günü daha küçük çapta düzenlenen LGBTİ+ etkinliklerine katıldı. Eurovision Şarkı Yarışması’nı kazanan trans şarkısı Dana International dâhil birçok yerel sanatçı konser verdi.

Kudüs’te düzenlenen organizasyonda geniş güvenlik önlemleri alındı.  Yürüyüş, 2015’te Küdus’teki yürüyüşte, aşırı dindar bir Yahudi tarafından bıçaklanarak öldürülen Shira Banki ve tüm homofobi kurbanlarının anısına yapılan saygı duruşu ile başladı.

İsrail’de koronavirüs salgını sebebiyle 318 kişinin hayatını kaybederken, toplam vaka sayısının da 23 bini geçtiği biliniyor. Her gün yüzlerce yeni vakanın görüldüğü ülkede polis, organizasyonlara katılım konusunda sınırlamalar getirmişti.

https://diplomatikgozlem.com/_haber/israil-lgbti-etkinligine-ev-sahipligi-yapti

Ben Bir Kız Çocuğuyum Baba

$
0
0
LGBT hak savunucusu ve sosyal medya fenomeni Bihter Karal ile geçiş sürecinden, Türkiye’de trans birey olmaktan, LGBTİ’li bireylere yapılan hak ihlallerinden, toplumda heteronormatif bir toplum düzeninden ve polislerin trans bireylere karşı aldığı tutumu konuştuk.

1-) Merhaba Bihter Hanım, öncelikle sizi tanımayan insanlar için kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Bihter Karal Kimdir?

Öncelikle benimle bu röportajı yaptığınız için çok teşekkür ederim. İsmim Bihter Karal. Aslen Hataylıyım. Üniversite eğitimim için geldiğim Ankara’da eğtimim bittikten sonra tamamen yerleştim. Yaklaşık 17 yıldır yaşıyorum. Ankara benim için çok özel bir kent. Hem atamın yattığı topraklar hem de Bihter Karal’ın kanatlandığı ikinci kez doğduğu topraklar. O nedenle Ankara benim için nefes alabildiğim, kendimi bulduğum ve bütünleştiğim bir kent. Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi mezunuyum. Ressamım. Yaklaşık 16 senedir LGBT+ hak savunuculuğu ve aynı zamanda seks işçiliği alanında yaşanan hak ihlallerine karşı savunuculuk yapmaktayım. Açıkçası ezilen, dışlanan, yok sayılan tüm haksızlıkların sesi olmak için gayret ediyorum. En hassas yanım çocuklar ve savunmasız paticikler. Yaklaşık 7 sene sivil toplum örgütü çatısı altında profesyonel bir şekilde hak savunuculuğu yaptım. Uzun yıllar transların yaşadığı hak ihlallerini izleme, raporlama ve belgeleme faaliyetleri yürüttüm. Aynı zamanda uluslararası alanda Transgender Europe ortaklığında Protrans projesinde ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun birçok projesinde yer aldım. Sahada çalışmalar yürüttüm, karakollarda dayanışmalarda bulundum, trans geçiş süreci üzerinde ücretsiz sayısız danışmanlık verdim. Transları ve çalıştığım kurumu temsil ederek bir çok lobicilik faaliyetlerinde yer aldım. Üniversiteler ile iş birliği içinde sayısız etkinlikte yer aldım. Şu anda çalışmıyorum. 2018 Aralık ayında işimden usulsüzce atıldım. İşten atıldıktan sonra hukuk mücadelesi başlattım. Ankara 44. İş mahkemesinde davam görüldü. Ankara 44. İş mahkemesi iş feshini haksız ve geçersiz buldu. Davayı kazandım. Ancak karşı taraf davayı istinafa taşıdı. Şu anda istinaf aşamasında ve ne olucağını bende bilmiyorum. Umarım adalet kazanır. Epey kötü dönemler geçirdim. Tedavi gördüğüm ve ölüm riskim olan bir dönemde işssiz kalınca sigortamda kesildi. Tedavilerim aksadı. Psikolojik olarak ve ruhen çöktüğüm korkunç bir döneme girmiştim. Sonrasında destek olan dostlarımın, evimi paylaştığım tüylü dostumun ve sokak canlılarının sayesinde iyileştim. Şu anda işsizim. Sadece video aktivizmi ile uğraşıyorum. Sokak canlıları için mücadele veriyorum. Aynı zamanda sosyal medya hesaplarımda özellikle instagram hesabımda ezilenlerin sesi olmak için “ Hayata Dair Her Şey “ başlığı ile programlar yapıyorum. Hayatım şimdilik bu şekilde.

2-) Cinsiyet kimliğinizi nasıl ve ne zaman keşfettiniz?

Aslında cinsiyet kimliğimi tanımlama aşamam yaklaşık 14-15 yaşlarına tekabül ediyor. Kendimi farkedip bunu tanımlayamama durumum ise yaklaşık dokuz yaşları. Dokuz yaş öncesinde de benzer duyguları yaşıyordum fakat hisettiğim duyguların, dürtülerin ne olduğunu bilmiyordum. Bir farkındalığım yoktu ve etrafımda bu farkındalığı gözlemleyebilecek bir çevre de yoktu. Yani ne ailem, ne akrabalarım ne de komşularım bendeki farklılığı (ki kötü anlamda kullanmıyorum farklılığı), bendeki bu özel durumu anlayabilecek bilgi birikimleri ve farkındalıkları yoktu. Dokuz yaşımda kendimi karşı cinse ait hissediyordum. Bu zamanla bir patlama evresine dönüştü ve bunu babamla paylaştım. Babama “ben bir kızım baba” deme cesaretinde bulundum. Cesaret diyorum çünkü bu benliğim, ruhum, gerçekliğimdi. Kendi iç dünyasını keşfetmiş bir çocuktum ben. Benim iç dünyam dış dünyadaki diğer akıllar tarafından esir edilmemişti. Tabi babamdan aldığım cevap kötü bir cevaptı. Ve neredeyse hayatıma mal olacaktı. Neyse ki geçmişte kaldı artık her şey.

3-) Siz aktivist olmaya ve hak savunuculuğu yapmaya ne zaman karar verdiniz? Bunda yaşadığınız belirli olaylar etkili oldu mu? Biraz anlatabilir misiniz?

Aslında onun tek bir aşaması yok. Bir çok dönemde kırılma aşamalarım oldu. Birikerek ilerleyen ve aktivizm sürecine giden bir durumdu. Ben aslında küçük yaşta kendimi ifade eden, düşüncelerimi savunan bir çocuktum. Sonrasında internetin yaygınlaşmasıyla bizim köyde internet kafe açıldı ve televizyonda duyduğum travesti kelimesi ile hayatımda herşey değişti. O kelimeyi internet üzerinden araştırınca bir ton bilgiye eriştim. Onun mutluluğuyla da artık kendimi tanımlayabilecek noktaya geldim. “Evet ben bir transım ve bu dünyada yalnız değilim.” diyebildim. Bu bir kırılma noktasıydı. Üniversiteye gitmem, aileme açılma sürecim, sokakta kalmam bunların hepsi benim aktivist kimliğimi şekillendiren noktalardı. Dolayısı ile aktivist kimliğimi şu zamanda edindim demem sağlıklı olmaz.

4-) Peki ne zaman ben bu işi profesyonel bir şekilde yapacağım dediniz?

Dezavantajlı, ezilen grupların sesi olmaya üniversite yıllarında karar verdim. 2006-2007 yıllarında Hacettepe’de LGBT öğrenci topluluğunu kurdum. Hacettepe’de bir ilkim diyebilirim. O zamanlarda rektörlük bize izin vermedi ve rektörlükle mücadele ettim. O zamanlar aktivist kimliğimi üzerime giydim. İlerleyen yıllarda bu grubu illegal bir biçimde yürüttük. Size bir anımı anlatmak istiyorum.

Bir keresinde “ LGBT’li bireyler olarak Beytepe kampüsünde okulun kafesinde toplanıyoruz. ” şeklinde afişler astık. Sonrasında bir baktık ki sadece iki kişiyiz ama kafe tıklım tıklım. Sonra masaya oturup beklemeye başladık. Normalde kafenin üst katında oturan insan sayısı bir elin parmağını geçmezken o gün oturacak yer kalmamıştı. Tabi içinde homofobik ve meraklılar da vardı eminim. Sonrasında yaptığımız toplantılarda sayımız 15’e çıktı. Aslında oraya kimliğini ve yönelimini açığa çıkarmak istemeyen sayısız insan gelmişti. Aynı zamanlarda üniversite dışında sokaklarda, karakollarda da aktivistlik yapıyordum. Bir dönem Kaos Gl’nin saha çalışmasında yer aldım. O zaman transeksüel değildim. Sonra Pembe Hayat ile tanıştım. (Eryaman’da yaşanan sistematik saldırılar sonrası birçok trans birey zorla Eryaman’dan sürüldüler. O dönemde hayatını kaybeden translar oldu, evleri basıldı. Korkunç bir dönemdi. Pembe Hayat bu dönemde kurulan bir dernek.) O zamana kadar görünür bir aktivist değilidim. Ailem ve çevrem duymasın diye bir müddet gizlenmek zorunda kaldım. 2014 senesinde de Birleşmiş Milletler Türkiye Nüfus Fonu’nun uygulayıcı partneri Kırmızı Şemsiye Cinsel Sağlık ve İnsan Hakları Derneği’nde stajer olarak ücretsiz işe başladım. 2016 yılında yarım zamanlı, 2017 yılında tam zamanlı işe alındım. Uzun yıllar bu örgüt çatısı altında lobicilik faaliyetlerinde bulundum. Sayısız seminer, toplantı, paneller gibi bir çok etkinlikte katılımcı veya eğitmen olarak yer aldım. Artık sonunda görünür bir aktivsitim. Bihter Karal olmuştum.

5-) Cinsiyet kimliğiniz nedeniyle ailenizden baskı ve şiddet gördünüz, bazı kötü olaylar yaşadınız. Türkiye’de trans birey olmak nedir? Yaşadığınız en büyük zorluk ne oldu? Örneğin Bülent Ersoy cumhurbaşkanlığı sarayında yürüyor ama diğer trans bireyler şiddet görüyor ve nefret söylemlerine maruz kalıyor.

Olmak aslında bu coğrafyada her canlı için farklılık gösteren bir kelime. Maalesef var olmak her canlı için güce göre şekilleniyor. Trans olmak da Türkiye’deki tüm insanların yaşadığı gibi

gücünüze, paranıza, mevkinize, ününüze, gayrimeşrudaki dayınıza göre şekillenen bir gerçekliktir. Ayrıca neden trans? Bu atamayı yaparken de aslında düşünmek gerekir. Kişilerin etiketi kimlikleri değil isimleri olmalı. Serbülent Sultan, Emel Aydan, Bülent Ersoy, Zeki Müren, Kuşum Aydın, Huysuz Virjin gibi bir çok ünlüye alkış tutan bu millet aynı kimlikte, aynı yönelime sahip olan LGBTİ bireyleri yok ediyor, nefret söylemleri üretiyor, psikolojik baskı uyguluyor, ev ve iş vermiyor. Ayrımcılık yaparak kişileri rencide ediyor, kimlikleri ifşa ediliyor, idari para cezası yazılıyor, evleri basılıyor, mühürleniyor. Bu iki yüzlülük, kimin gücü kime yeterse gerçekliği aslında her var olmak isteyen canlı için geçerlidir. Sen bir kuşa, kediye, köpeğe, eşeğe canice eziyet edebilme insafsızlığını yaparken karşına bir aslan çıksa hemen arkana bakmadan kaçarsın. Çünkü gücün ona yetemeyecektir. Bu insanlar için de geçerli bir durum ve aynı şeydir. Mevki-Makam sahibi olan her birey bu topraklarda istediği gibi özgürce yaşayabilir. (Dikkat edin parası olan demedim.) Burada en temel kıstas statüdür ve bu statüye bağlı gücünüzdür. Para tek başına sadece çevre edinmeye yarabilir. Ancak mevki ve para birleşince işte o zaman işler bambaşka boyuta ulaşıyor. Dolayısıyla trans olmak ve bu olmanın yaratacağı olumlu-olumsuz tüm hikaye de kişiden kişiye değişecektir. Ailenin desteğini görmüş, elinden tutulmuş, sevilmiş, iş verilmiş, okumuş, kendi ayakları üzerinde duran, halk tarafından sevilmiş bir trans birey ile dışlanmış, savunmasız, ezilmiş bir trans bireyin durumu aynı olamayacaktır. Hak ihlallerini tartışırken bunlarıda göz önünde bulundurmak zorundayız. Mesela trans kimlikler ile seks işçiliği meselesi de iç içe geçmiş bir durumdur. Seks işçisi bir meslektir. Ve başlı başına bir alan. Trans olmak ise bir var oluştur , bir cinsiyet kimliği veya ifadesidir. Dolayısı ile ikisi çok farklı konulardır. Olmak kısmında da bunu değerlendiriken ikisini farklı ele almak gerekir. Seks işçiliği yapan bir trans bireyin karşılacağı hak ihlalleri ile seks işçisi olmayan bir trans bireyin karşılacağı hak ihlallerinin aynı olmayacağını da unutmamak gerekir.

6-) Seks işçiliğindeki translar daha fazla engelle karşılaşıyor diyebilir miyiz?

Seks işçiliği başka bir dünya. Transların en sık karşılaştığı hak ihlalleri seks işçiliği alanında yaşanıyor. Bütün yaşanan nefret söylemleri, ağır bedensel hasarlar çoğunlukla seks işçiliği alanında karşımıza çıkıyor. Altı senelik araştırmalarıma, yaptığım izleme, raporlama ve belgelemelerime dayanarak bunları söylüyorum. Gündelik hayatta seks işçisi olmayan bir trans birey sıklıkla sosyal medya üzerinden nefret söylemlerine, gündelik hayatta psikolojik baskıya, ev ve iş ararken ayrımcılığa maruz kalma veya hizmet vermeyi reddetme gibi insanlık dışı hak ihlallerine maruz kalmaktadır. Mesleği seks işçiliği olan trans seks işçileri ise idari para cezalarına polis baskılarına, çeteler ve organize suç gruplarına, haraç kesmelere, hürriyetten yoksun kılıp alıkoymalara, cinsel saldırılar, cinayete, tehdite, evlerinden atılmaya, güvenlik kameraları ile hukuksuzca izlemelere, bina sakinleri tarafından sürekli uygulanan baskılara ve daha bir sürü yaşanan hak ihlallerine sistematik bir şekilde maruz kalmaktadır. Dolayısıyla ailesiyle beraber yaşayan bir trans birey ile sahada çalışan seks işçisi bir trans bireyin yaşamları aynı ve karşılaştıkları zorluklar aynı olmayacaktır.

7-) Bihter Hanım bana cinsiyet kimliğiniz nedeniyle yaşadığınız ve sizi çok etkileyen bir anınızı anlatabilir misiniz? Bir söylem, bir davranış olabilir.

Birçok olay oldu aslında. Ama aklıma gelen ilk anımı anlatayım. Neredeyse üç aya yakın sokakta kaldım. Şimdi geriye bakınca iyi ki sokakta kalmışım diyorum. Çünkü sokakta kalmak benim için dünyayı anlamanın bir dönüm noktasıydı. Buzdağının arka kısmını görmek gibi bir şeydi. Bu insanlığa karşı daha donanımlı bir savunma mekanizması sağladı bana. Bir gün bankta yatıyordum. Gerçekten de çok açtım. O zamanlar Kızılay’da bir liraya yedi simit alınıyordu. Cebimdeki üç lirayla simit alarak hayatta kalmaya çalışıyordum. Her zamanki bankıta yatarken bir adam geldi. Bana sorular sormaya başladı. Bir şey demedim. Çünkü o dönem çok sorunla uğraştım, Çok kötü insanlara denk geldim. Hiç kimseyle konuşmuyordum. Adam çok ısrar etti. Bak böyle aç kalarak olmaz. Sana bir çorba ısmarlayayım, kötü bir insan değilim, bunu Allah rızası için yapacağım diyerek beni ikna etti. Normalde gitmezdim ama çok açtım ve çaresizdim. Bu nedenle kabul ettim. O açlığı bilmey en anlayamaz. Dolayısı ile beni kimsenin yargılamasına hakkı da yok. Yakınlardaki bir kafeye götürdü. Çorbayı içtim, sonra beni geri kaldığım yere yani parka geri getirdi. Yani eşlik etti. Ve adam gitti. Ben de öylece oturdum. Tokluğun verdiği o güzel anların keyfini yaşıyordum. Bir süre sonra o kişi geri geldi. “Sana yazıklar olsun...” dedi. Ben o anda tabi şok oldum. Ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir ara acaba para falan mı düşürdü beni hırsızlıkla falan mı suçlayacak diye kendimce düşünmedim değil. Bana “Anlamadın mı?” dedi. Ben gene hiçbir şey anlayamıyordum. Çok korkmuştum ve o an başıma ne geleceğini kestiremiyordum bile. Sonra bana “ Ben senin açlığını giderdim şimdi sen benim açlığımı gidereceksin. Ulus’a gidelim de sen de benim açlığımı doyur dedi.” Yemin ederim dünya başıma yıkıldı. O an öyle bir his bürüdü ki içimi tarifi mümkün değildi. Size yemin ederim o anda beni silahla vursa kurduğu cümlelerin kalbimde açtığı derin yaraların verdiği acı kadar etki yaratmazdı. O anda iki parmağımı boğazıma sokarak kusmaya çalıştım sonrası tek kelimeyle korku dolu anlardı. Kısacası o yaşadığım olay beni insanlardan daha da uzaklaştırmıştı.

8-) O dönemde size yardım eden insanlar yok muydu?

Haklarını yemeyeyim bazı seks işçileri beni evlerine çağırıyordu. Ama gitmiyordum. Ara bazı seks işçisi arkadaşlar yemek yaptırıp getiriyordu. Bir çok sokakta kalan insanla tanışmıştım. Bazen polisler gelip GBT baktığında ve kimliğim ortaya çıktığında ya durumumu görmezden geliyorlardı ya da umursamıyorlardı. Bazı polislerin tacizine de maruz kaldım ancak içlerinde çok ama çok iyi olanlara da denk geldim. Arada çay ikram edenleri de olmuyor değildi. Parkta güvenlik görevlileri bazen beni kulübelerinde davet edip çay ikram ediyorlardı. Bazıları da taciz ediyor veya kötü davranıp parktan kovmaya çalışıyordu. “Burası otel değil, defol buradan”, diyebilecek kadar kötüydü bazıları. Onun da nedeni aslında cinsiyet kimliğimin ortaya çıkmasıydı. Çünkü öncesinde “Bu kızın burada ne işi var, ablacım olmaz, yazıktır, günahtır !” diyen özel güvenlik görevlileri durumumu öğrenince -bazıları- tamamen değişti. Dayak bile yediğim oldu hiçbir suçum olmamasına karşın. Sadece bankta uyuduğum için. Halbuki bankta yatılması bahane dayak şahane. Çünkü transfobiktiler. Cinsel taleplerine karşılık vermediğim için, reddedip sert çıkıştığım için bana bu eziyeti reva gördüler. Onlara boyun eğip dediklerini yapsaydım belki bu kadar çok üstüme gelmeyeceklerdi. Neyse ben bunu hazmedemedim. Ve bu kişiler hakkında amirlerine şikayette bulundum. Sonrasında Kurtuluş Parkı’ndan alınıp o kişiler Uzun Park’a gönderildi. Bir daha da hiçbir güvenlik görevlisi bana yönelik ne söylemde bulundu ne de müdahalede. Sokakta kaldığım dönemde Çankaya Kaymakamlığı’na gittim, Çankaya Belediyesi’ne gittim. Ama hiçbiri geri dönüş sağlamadı. Kadın sığınma evine kimliğimden ötürü alınamayacağımı söylemişti bir belediye yetkilisi. Dolayısı ile devlet ana bana sahip çıkamamıştı. Tek başımaydım resmen. Aileminde yanına dönemezdim. Dönseydim şu anda Bihter Karal olamayacaktım. Mutsuz bir birey olarak yıllarca hapsedilmiş bir bedende çığlık atan ruhumun işkence çekmesine neden olacaktım.

9-) Kaos GL’nin 4 Haziran’da yayınladığı 2019 Yılında Türkiye’de Gerçekleşen Homofobi Ve Transfobi Temelli Nefret Suçları Raporu’ na göre yaşanılan 150 vakadan sadece 26’sı polise bildirilmiş. Bildirilmeme gerekçesi olarak en çok “başvurunun işe yaramayacağına inanmama ve polis tarafından ifşa edilmekten sakınma, polis ayrımcılığına uğratılmaktan korkma yer almış. Sizin elinizde veriler var mı?

Birçok sivil toplum kuruluşu kendi verilerini tutuyor. Benim de tuttuğum veriler var. Bu verilerin net veriler olmadığını da belirtmekte fayda var. Zira bunlar tıpkı STK’lar gibi benimde ulaşabildiğim verileridir. 2015 Ocak yılından 2019 Aralık yılına kadar 41 cinayet kaydettim. Bu 41 cinayetin 16 sı intihar. Bence intihar da direk olmasada dolaylı yolla gerçekleşen sistematik bir cinayettir. Ve bu cinayetin sorumlusu aile, toplum ve devlettir. Yaşanan hak ihlalleri içerisinde 336 ağır bedensel hasar kaydettim. Bu da 336 kişinin ölümden döndüğü anlamına geliyor. Yine elimdeki verilere göre son 5 yılda nefret söylemleri, psikolojik baskı, ayrımcılık, gasp, alıkoyma, kaçırılma, cinsel istismar, cinsel taciz gibi binin üzerinde hak ihlalinin olduğunu söyleyebiliriz.

Türkiye’de mülteci LGBTİ+ bireylerinde olduğunu da unutmamalıyız. Hak ihlalleri raporlarımda 2016 senesinde öldürülen Suriyeli trans kadın Verde gibi 2018 yılında öldürülen yabancı uyruklu translar olduğunuda söylemek isterim. Kimlikleri ve yönelimleri dışında mülteci olmalarının getirdiği bir çok sorun, dezavantajları bulunmakta.

10-) Bu konuda yaşadığınız bir olay oldu mu?

Bir gece Seyran Bağları’nda bulunan evimize gitmek üzere yola koyulduk. Devrez’ de çorba içmiştik. Çok geç kalmakta istemiyorduk. Hızlıca çorbamızı içtik ve kalktık. Geç kalmak istemememin sebebi o dönemler sayıları hızlıca artan çetelerdi. Gece saat 00:15 sularında tam Tepebaşı istikametinde yürürken bir araba kaldırıma doğru hızlıca yanaştı. Arabadan çıkan adamlar beni ve arkadaşımı kolumdan tutup arabaya bindirmek istedi. Tamda yukarda bahsettiğim çete gerçeği ile karşı karşıya kalmıştım. Caddede haraç kesen, beğendikleri transları cinsel taciz veya tecavüzde bulunan üç beş kopuğun bir araya geldiği organize çalışan suç örgütleri. Hoşlarına gitmeyen, dediklerini yapmayan transları öldürücersine hunharca dövüyorlardı. Bizi farketmeleri ve durmalarında bir çok neden vardı. Yanımdaki arkadaşımı tanıyorlardı. Aslında onu bilmeseler belkide bu olayı yaşamayacaktık bile. Neyse baktım karşılık verdikçe olay büyüyor. Hemen akıllılık ettim. Alttan aldım. Gelecekmişim gibi davrandım. Ve dedim ki; Benim annem hasta bir kadın. Annemle konuşup haber vereyim. Yol kenarında konuşmayım yakışıklı, şu sessiz tarafa geçeyim bekle beni tatlım” dedim o da bana “kaçarsan feci yaparım” dedi. O boşlukta annem yerine polisi aradım ve Tepebaşı’nda alıkonulduğumuzu, çok zor durumda olduğumuzu söyledim. Şansımıza o anda devriye geçiyormuş. Sıcağı sıcağına olay bildirilince hemen müdahale edildi. Onlar kaçmaya çalışırken polis arabalarının önünü kesti ve hep beraber karakola gittik. Polisler bana ve kız arkadaşıma o kadar iyi davrandılar ki çok şaşırmıştım doğrusu. Karakola gidince kimliklerimizi istediler. Tabi o zamanlar ameliyat olmamıştım. O nedenle yasal kimliğim ve cinsiyet hanem erkek olarak görülüyordu. Kimlik mavi renk tabi. Zurnanın zırt dediği nokta orasıydı. Polis “ Yanlış kimlik verdiniz herhalde hanımefendi!” diye beni uyardı. Ben trans bir bireyim deyince bir anda yüz ifadesi değişti. Çok ilgilendikleri, sahip çıktıkları kişi değilmişim gibi umursamaz bir tavır sergilemeye başladılar. Üstüne bir de trafiği tehlikeye atma gerekçesiyle idari para cezası kestiler. Adamları da sorgusuz sualsiz serbest bıraktılar. Bu durum sonrasında hayatımın tehlikeye girmesine neden oldu. Şikayetçi olduğum için karşı taraf yani çeteler elbetteki bunun öcünü alacaktı. Bu yaşanan cezasızlık, polislerin duyarsızlığı veya nefret içerikli tavırları yüzünden bu failler güçleniyor ve bir çok trans birey bu organize suç gurupları yüzünden korkunç hayatlar yaşabilmektedirler. Nasıl olsa polis bir şey demedi. İstediğimi yapabilirim diye düşünüyorlar böylece...

11-) Polis transları şehir dışına mı atıyor?

Tabii, Mersin’de, İstanbul’da, Antalya’da trans kadınları bazı polisler polis aracına alıp şehir merkezlerinden uzak noktalara götürüp çöp misali atılıyorlar. Bu olay sonrası ölümden dönenler bile olmuş. Şehir Merkezlerinde uzakta bomboş otobanlar da veya arazilerde tehlikeye açık oluyorlar. Bunu yapan birkaç polis amiri ama güvenliğimizden sorumlu, asayişten sorumlu benim paramla maaş alan ve benim vatandaşlığım sayesinde polis olan bazı kişiler görevini kötüye kullanabiliyor. Polislerin içinde görevini en iyi şekilde yapanlarda var. Translara iyi davrananlarda var. Her mesleğin iyisi kadar kötüsü de olabiliyor. Keşke olmasa ama gerçekliği görmemiz gerekiyor. Meslekleri kutsallaştırma politikası aslında bu gerçekliklerin üzerini kapatabiliyor. Önemli olan görevini kötüye kullananların tespit edilip meslekten men edilmesi. Mesleğini bir kişi kötüye kullanabiliyorsa orada denetimsizliğin ve yaptırımların olmadığını veya yeterli olmadığını anlayabiliriz. Dolayısı ile Türkiye’de bir kesim polis insan haklarını ayaklar altına alabiliyor. Şiddet şiddettir. Şiddete karşı yasaların yaptırımı olmadığı müddetçe savunmasız olan her canlı bu muameleye maruz bırakılmaktadır. Tek sorun bu değil elbette. Bekçilerin baskısı yüzünden bir çok trans birey mağdur olmaktadır. Özellikle cadde ve sokakta çalışan seks işleri, gece sosyalleşen translar, bar, gibi mekanlara giden translar bekçiler ile sıksık karşı karşıya gelmektedirler. Hatta öyle bir hal aldı ki akşam vakti 7/24 açık olan fırına ekmek almak için giden transı durdurup polis çağırtıp idari para cezası yazdıranlar bile var. Şimdi şey diyebilirler gece gece ne işi var dışarda? Gündüz vakti toplumdan korkan, çekinen, gizli yaşayan bir çok trans birey genelde akşam-gece saatlerinde daha rahat oluyorlar. Gündüz toplumsal baskıyı yaşamak istemeyenler genelde akşam veya gece sosyalleşebiliyor. İlla seks işçiliği yapacaklar diye bir kaile yok. Herkes istediği saatte, istediği şekilde sosyalleşebilir. Devlet neden var? Güvenlik güçleri neden var? Herkes özgürce yaşayabilsin diye değil mi? Tartışmaya açıktır.

12-) Toplum, LGBT’ye yönelik hak ihlallerinde duyarlı mı sizce?

Toplumu değerlendirirken toplumu meydana getiren değerlerini, kurallarını, toplumun içindeki statüleri, inanışlarını, siyasi yapısını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Örneğin Türkiye’de toplum hem muhafazakar, hem ataerkil hem de aşırı heteronormatif bir işleyişe sahip. Kutuplaşan, ötekileştirilen, insan haklarının yok sayıldığı, sürekli şiddet eylemlerinin arttığı, kilit gurupların ezildiği, dezavantajlı bireylerin yok sayıldığı dönemleri yaşıyoruz. Mesela 2016 senesinde İstanbul’da bir terör eylemi gerçekleşti ve Ali Ağoğlu Taksim’de yaşanan bu terör eylemini kınamak, hayatını kaybedenleri anmak adına ziyaret etti. Ve “Millet fakir karanfil bırakmış, ben ise gül bıraktım.” diyerek kahkaha attı. Korkunç bir terör saldırısı, ülkecek sarsılmışız, hayatını kaybedenler var, zarar görenler var, bir kaos içindeyiz ama Ali Ağaoğlu’na kimse tepkisini koyamadı. Bu cümle toplumu aşağı çeken, alaycı, küçümseyen, milli değerli yok ederek söylenmiş iğrenç söylemdir. Hangi savcılık veya hangi STK bu konuya tepki gösterdi? Veya hangi hükümet kanadından biri bu küstahlığa karşı tepkisini ısrarlı bir şekilde koydu. Peki, Barbaros Şansal “Bu kadar gazeteci tutukluyken, bu kadar çocuk taciz, tecavüz görürken, bu kadar yolsuzluk, rüşvet almış başını giderken, bağnazlar sokaklarda tebliğcilerle pislik dağıtırken sizde hala yeni yılımı kutluyorsunuz? Bokunda boğul Türkiye.” dediğinde havaalanında linç edildi, ailesine küfürler edildi, cinsel yönelimine küfürler edildi ve hapse atıldı. Bu iki örnek arasındaki en temel fark nedir sizce? Bence toplum gücü yetene ses çıkarır, gücü yetmeyene ses çıkarmaz. Dolayısı ile toplum adalet dağıtamaz. Toplumun her kesimi LGBTİ bireylere yönelen şiddete ses çıkarmaz. Toplum olarak maalesef sadece LGBTİ için değil, hayvanlara, doğaya, çocuklara, yaşlılara, kadınlara yönelen şiddet konusunda bile ses çıkaramıyoruz. Toplumun önüne LGBTİ geldi mi maşallah ahlak, iman, örf, adet gelenek üzerinden herkes ahkam kesiyor. Geri kalan korkunç olaylara tık yok. Mart, 2017 tarihinde Kastamonu’da cami minaresinden porno dinletenlere, 2019 senesinde Sivasta cami minaresinden ‘Derdim Olsun’ adlı parçayı dinletenlere büyük tepki vermeyen toplum, İzmir’de Çav Bella provakasyonu sonrası büyük tepki vermişti ama. Şaka gibi gerçekten. O yüzden toplum denen olgu gerçekten yıkıcı ve adaletsiz bir olgu benim gözümde. Bu yüzden toplumun LGBTİ bireylere yönelik yaşanan hak ihlallerine ortak ses çıkarması mümkün değildir.

13-) Bir şey daha eklemek istiyorum müsadenizle. Bu soruyu trans bireylere indirgersek neler diyebilirsiniz?

Allah rahmet eylesin Özgecan Aslan, Münavver Karabulut cinayetleri ve aynı şekilde arkası kesilmeyen kadınlara, kadın kimliğine yönelen bu nefret cinayetleri kesinlikle onayladığımız şeyler değil. Özgecan Aslan tecavüze uğrayarak korkunç bir şekilde yakıldı. Hunharca canice katledildi. Ülkemizde A’dan Z’ye din, dil, ırk ayrımı yapmadan hepimiz bu cinayete karşı kenetlendik ve birlik olduk. İşte bu doğru olan bir adımdı. Peki 2016 yılında Zekeriyaköy’de tecavüze uğrayarak yakılan Hande Kader’e bu toplum, bu devlet neden sahip çıkmadı? Çünkü o bir seks işçisi, o bir trans birey. Toplum neden böyle birine sahip çıkacak ki? Özgecan Aslan bir aile kızı. Ama ikisi de can...

İkisi de canice, hunharca katledildi. Dolayısı ise görmezden geldikleri şiddet aslında kendilerine yönelen şiddetle aynısıdır. Hande Kader’in katilleri hala bulunmadı. Peki bu neye sebebiyet verdi biliyor musunuz? 2017 senesinde Ankara’da iki trans kadın bir hafta arayla kaçırılıyor ve yakılmanın eşiğinden dönüyorlar. Failler “Sizi de Hande Kader gibi yakacağız!” diyerek saldırıda bulunuyor. İşte bu faillerin yakalanmaması gelecek cinayetlere davetiye çıkarıyor, başka canların yanmasına sebep oluyor. Bu örnek aslında toplumun varoluş bütünlüğünde etki tepki meselesinin güce göre nasıl değiştiğinin kanıtıdır.

14-) Trans bireyler sokakta, markette yani günlük hayatınlarında nasıl söylemlerle karşılaşıyor?

Kimliğini açık yaşayan trans bireyler toplum içerisinde laf atmalar, tacizler edilmeler, bakışlara maruz kalmalar gibi birçok kötü eyleme maruz kalıyorlar. Hani bir bakış vardır ya o bakış her şeyi anlatır. Öyle bir bakıyorlar ki size anlatamam. Sanki uzaylı görmüşçesine. Sokakta köpeğe tecavüz edene bakmazlar, kadını katledene dönüp bakmazlar, hırsızlık yapanı göz ardı ederler, yaşanan bütün bu iğrençlikleri görmezden gelirler ama bir trans, eşcinsel çift gördüklerinde öküzün trene baktığı gibi bakarlar.

15-) Çoğu insanda translar aynı zamanda seks işçisidir kalıp yargısı bulunuyor. Bu trans bireylerin zor durumda kalmasına neden oluyor. Bunu nasıl çürütebiliriz?

Genelevde çalışan trans olmayan, kendi isteğiyle çalışan, Fuhuşla Mücadele Komisyonu tarafından atanan, sigortaları olan, ücretsiz sağlık hakları, emeklilik hakları hatta malülen emeklilik hakları olan seks işçisi natrans kadınlar var değil mi? Peki biz tüm natrans kadınlar seks işçisidir diyebilir miyiz? Himmet Aktürk heteroseksüel bir adam. Üç buçuk aylık bir bebeği istismar edip katlettiğinde biz heteroseksüeller pedofilidir, tecavüzcüdür diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Dolayısıyla translar içerisinde de seks işçiliği yapan bireyler olduğunda tüm translar seks işçisidir diyemeyiz. Çünkü trans olmak bir cinsiyet ifadesidir. Bu onun mesleğini, dilini, dinin, ırkını, etik normlarını, ifade etmez. Seks işçiliği bir meslek, trans olmak ise bir kimlik durumudur. İkisi aynı kefede değerlendirilemez.

16-) Çocuklar ailelere cinsel yönelimlerini söyleyince baskılara, fiziksel ve sözel şiddete, zorla evlendirilmeye maruz kalıyorlar. Ailelerin çocuklara bakış açısı nasıl olmalı?

LGBT bireylerde ailelere açılma süreci çok sancılı oluyor. Genelde ergenlikten sonra veya üniversiteye gelindiğinde gerçekleşiyor bu açılma süreci. Ailelere açılma sürecinde LGBT bireylerine hep dediğim şudur. Lütfen kendinizi, kendi kimliğinizi ve yöneliminizi kabul etmeden ailenize hatta çevrenize açılmayın. Bunlardan emin olun. Uzman ellerden önce siz kendi kendinizi tanıyın. Bir aynayı alarak kendi kendinizi izleyin. Eleştirin. İç dünyanıza bakın. İç sesinize kulak verin. Kendi beden bütünlüğünüz için ve kendi ruh sağlığınız için bu önemli bir adım. Cevabını aradığınız şeylerin çoğu kendi bedeninizdedir. Ben bir eşcinsel miyim? Ben bir trans mıyım? Elbetteli uzman ellerden bu süreçte destek almanız en doğru adım. Ama unutmayın ki en iyi doktor gene sizsiniz. Yani iç dünyanızı, dürtülerinizi, hislerinizi, bedeninizde nefret ettiğinizi şeyleri ya da olmasını istediğiniz değişiklileri en iyi siz bilirsiniz. O yüzden kendiniz keşfedin, tanımlayın ve kabul ettikten sonra ailenize açılın. Üniversite hastanelerinden, psikologlarından, kliniklerden yardım alın. Ya da ailenizde güvendiğiniz biriyle paylaşıp onun desteğini isteyin. Zamana bırakın, tartışmayın, üstlerine gitmeyin. Çünkü onlar da sizin gibi bir inşa sürecine girecek. Ailelerimiz toplumsal cinsiyet rollerine göre yaşayan bir oluşumdur. Mesela “Ben bir transım veya eşcinselim kendi başıma ayakta durabilirim, kendime güveniyorum, yapabilirim” dediğiniz an en doğru anlardan biri olabilir.

17) Ortamı biraz yumuşatmak adına magazinsel bir soruyla devam edelim istiyorum. Hormonlu domates ödülleri Türkiye’de LGBTİ+ topluluğunca o yılki en homofobik kişi, kurum veya kuruluşlara verilen ödüldür. Siz bu yılki 2020 Hormonlu Domates Ödüllerini kime veya kimlere vermek isterdiniz?

2020 Hormonlu Domates Ödülünü ilk olarak Sayın İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu’ya, ikinci olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a vermek isterdim.

18) Son olarak, bu hafta Onur Haftası. Bihter Karal olarak onur haftası özel mesajınız nedir?

2015 Haziran, 2016 Haziran, 2017 Haziran, 2018 Haziran, 2019 Haziran, 2020 Haziran, #ELBETBİRGÜNRENKLENECEĞİZ demek istiyorum. O nedenle mücadeleye devam, aşk kazanacak, sevgi kazanacak, insanlık kazanacak, adalet kazanacak. Her zaman dediğim gibi hayat yaşamak, yaşamak nefes almak, nefes almak varolmaksa bende varım o zaman. Onur haftamız kutlu olsun.

https://www.haberkusagi.net/genel/ben-bir-kizim-baba-h12331.html

Eşcinsellik eğitim düzeyi yüksek ülkelerde toplumun bir parçası

$
0
0
Dünya genelinde eşcinselliğin toplumlarda kabul görme eğilimi arttı. Eğilim, ülkelere göre farklılık gösteriyor. Almanya’da kabul oranı yüzde 86 iken bu oran Türkiye'de yüzde 25.


ABD merkezli Pew araştırma şirketinin açıkladığı anket sonuçlarına göre dünya genelinde giderek daha fazla kişi eşcinselliğin daha fazla kabul görmesi gerektiği görüşünde.

Ancak eşcinselliğin kabulünde genel olarak bir artış olsa da oranlar demografik yapıya bağlı ülkelere göre değişiyor. Buna göre ağırlıklı olarak Batı Avrupa'da, zengin ülkelerde ve eğitim düzeyi yüksek toplumlarda gençler eşcinselliği toplumun parçası olarak kabul ediyor.

2002 ile 2019 yıllarının karşılaştırıldığı araştırma sonuçlarına göre Almanya'da yüzde 83'ten yüzde 86'ya ve İngiltere'de yüzde 74'ten yüzde 86'ya çıktı.

Araştırmada bireylerin siyasi eğilimleriyle eşcinsellere bakışı arasında bir paralellik olup olmadığına da bakıldı.

DİNDARLAR KABUL ETMEKTE ZORLANIYOR

Araştırmada eşcinselliğin hoş karşılanmadığı toplumlar da sıralandı. Buna göre eşcinselliğin toplumda en az kabul gördüğü ülke yüzde 7 ile Nijerya. Endonezya ve Tunus'ta yüzde 9, Lübnan'da yüzde 13, Rusya, Ukrayna ve Kenya'da yüzde 14 ve Türkiye'de yüzde 25 olarak belirlendi.

Pew'in araştırmasına göre din de eşcinselliğe bakışta etkileyici faktörlerden. Buna göre dindar kişilerde eşcinselleri kabullenme oranı, dindar olmayanlara göre daha düşük.

Almanya'da dine önem veren, dindar kişilerin yüzde 73'ü eşcinsellerin toplumda kabul görmesi gerektiğini düşünürken bu oran dindar olmayan Almanlarda yüzde 91.

Polonya'da da dindar olan ve olmayanlar arasında eşcinsellere destek oranı değişiyor. Ülkedeki dindar kesimin yüzde 73'ü, dindar olmayanların da yüzde 53'ü eşcinselliğin kabul görmesi gerektiğini düşünüyor.

İtalya'da dindar kişilerin yüzde 62'si, dindar olmayanların yüzde 80'i, eşcinselliği toplumun bir parçası olarak görüyor. Türkiye'de ise dindar kişilerin yüzde 19'u eşcinselliği toplumun parçası olarak görürken kendini dindar olarak tanımlamayanlarda bu oran yüzde 45'i buluyor. Mayıs ve Ekim 2019 dönemini kapsayan araştırmaya 34 ülkeden toplam 38 bin 426 kişi katıldı.

+49 – BERLİN

https://www.arti49.com/escinsellik-egitim-duzeyi-yuksek-ulkelerde-toplumun-bir-parcasi-2345342h.htm

Günün homofobi-kleri!

$
0
0
Eşcinsellik değerlerin yıkılmasıyla doğan patolojidir

Gey ve lezbiyenlerle ilgili araştırmalar ürkütücü veriler sunuyor. 1990 yılından itibaren her genç kadınlar arasında en az bir kadınla lezbiyen ilişkisi 3 misline çıkmış. Erkeklerde de geylik aynı orana sahip. 2009’da %4.5 olan erkek erkeğe eşcinsel ilişki 2016’da %8.3’e yükselmiş. Kadınlarda aynı oran %10.2’den %14.1’e gelmişti. Bu veriler “eşcinsellik doğuştandır” tezini tamamen yıkıyor. Peki o zaman bunu çoğaltan asıl sebepler ve mecralar nelerdir? İnternet Nesli kitabının yazarı Jean Twenge, bunu cep telefonun yaygınlaşmasına bağlıyor. Kimi araştırmacılar da internet ve sosyal medyanın artan etkisine işaret ediyor. Bu yeni mecralar her çeşit kötülük propagandalara insanın daha fazla açık hale getiriyor. Kötülüğün propagandasına ve bilgisine daha fazla maruz bırakıyor.

Çeşitli küresel internet platformları, insanların en mahrem mekânlarına ve ilişki alanlarına ulaşıyor. Bu teknolojiler, sapkın cinsel davranışlara kolay erişimi sağlıyorlar. Fakat bu mecralar ve teknolojiler kadar içerikler de önemli. Yükselen yeni bir cinsellik felsefesi var. Bu felsefe bu mecralara sürekli içerik üretiyor. Nedir bu felsefe? Toplumsal cinsiyet eşitliği ile önce cinsiyetsizlik düşüncesi pompalanıyor. Eşitlik gibi Fransız İhtilali yel dünyaya yayılan bir kavrama sığınıyor. Egemenlere ve sömürmeye karşı meydan okumanın kült kavramı olan eşitlik… Herkes eşitlikle daha birey olacağı yanılgısına giriyor. Eşitlik artık cinsellik alanında savunuluyor. Bu toplumsal cinsiyet eşitliği felsefesi ile “hiçbir şey doğuştan gelmez, her şey toplumla kazanılır” deniliyor. Böylece insan bütün cinsiyet farklılıklardan ve bunu düzenleyen geleneksel değerlerden koparılıyor. Arkasından bu defa LGBT geliyor. O da diyor ki “eşcinsellik doğuştandır”. Biz böyle yaratılmışız. Toplumsal değerler bizim doğal yönelimimizi bozuyor. Oysa yapılan bilimsel çalışmalarda insanın X ve Y gibi dişil ve eril iki kromozoma sahip olduğu görülüyor. Bu konuda araştırmalar yapan Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan, üçüncü cinsiyetin mümkün olmadığını söylüyor.

Toplumsal cinsiyet eşitliği “eşitlik” idealini vurgularken, LGBT “özgürlük” idealini vurguluyor. Artık özgürlük burada bütün değerlerin belirleyicisi oluyor. Post-truth çağının ana ideolojilerinden birisine dönüşüyor. Mesuliyet, ahlak, mahremiyet, neslin korunması gibi değerler önemini kaybediyor. Bireyin özgürlüğünü yaşaması mutlaklaşıyor. Bu da cinselliğin odağında gündeme geliyor. Yani özgürlük, istediğin cinsel tutumlara yönelme serbestliği olarak görülüyor. Hakikat düşüncesi kayba uğruyor. Çünkü iyi ve kötü, doğru ve yanlış gibi kesin ölçüler buharlaşıyor. Nihilizm ve rölativizmin çığlıkları yükseliyor. Bundan dolayı özgürlüğü sınırlayan ve tanımlayan değerler çiğneniyor. Benliğin karanlık dünyasında gezinen dürtüler zincirden boşalarak etrafa saçılıyor. Nefesin en barbar tarafları kudurmaya başlıyor. İnsan, kuduran bir nefis kesiliyor.

Hakikatin çoğulculuğu gibi cinsel kimlik de çoğullaşıyor. Kadın ve erkek ötesi arayışlar çoğalıyor. Her gün farklı bir cinsel kimlik peşine düşüyor insanlar. Büyük bir kimlik parçalanması yaşanıyor. Transcinsiyet haliyle akışkan cinsel davranışlar doğuyor. Ruh, beden ve zihin derin bir parçalanmadan ve acıdan geçiyor. Ruhsal ve sosyolojik patoloji ortaya çıkıyor. Hakikaten yapılan araştırmalarda gey ve lezbiyenlerde kişilik sorunlarına, cinsel işlev bozukluklarına, madde bağımlılığı ve alkolizm oranı çok yüksek. Örneğin eşcinsellerin %25-33’i alkol bağımlısı, uyuşturucu madde kullanma eşcinsel olmayanlara göre %190 daha fazla. Biseksüel gençlerde uyuşturucu madde kullanımı olmayanlara göre % 340 daha fazla. Cinsel arzularına taparak mutlu olma arayışına giren insanlar, büyük mutsuzluklar yaşıyor.

LGBT hakikatin bittiğini söyleyen bir zamanın içinde doğan patoloji. Bu patoloji büyük oranda sosyolojik ve kültürel. Biyolojik olmaktan daha fazla bir kimlik patolojisi. Çünkü cinsel kimliği parçalıyor, dengesiz hale getiriyor, belirsizleştiriyor ve akışkan bir biçime sokuyor. Sonuçta insanın kişiliğini dengede tutan sabit değerlere dayalı bir cinsel kimlik inşasının önüne geçiliyor. Küresel kapitalizm, bu ideoloji aracılığıyla post-truth zamanlarında tahakkümüne yönelen isyanları, meydan okumaları ve eleştirileri cinsellik alanına transfer ediyor. Önünde değer oluşturan, iyi ve kötü diye duran en keskin “namus kültürünü” darmadağın ediyor. Namusunu kaybeden nomosunu kaybediyor. Toplumu oluşturan çekirdek norm parçalanıyor. Eşcinsellik, varlığımızın en temel normuna karşı bir taarruzdur. İslam, dünyada değişmez hakikat idealine sahip tek dünya görüşü. İnsanlığı post-truth zamanların nihilist cinselliğin taarruzlarına karşı koruyacak tek sığınak. Ademoğulları neslini koruyan tek değerler manzumesi.

https://www.yenisafak.com/yazarlar/ergunyildirim/escinsellik-degerlerin-yikilmasiyla-dogan-patolojidir-2055550


LGBT gözünü çocuklara dikti

LGBT lobisi küresel yelpazede, çok boyutlu biçimde örgütlenmiş, sürekli ve senkronize şekilde hareket etmektedir.

Son dönemde ciddi kazanımlar elde ettiler.

İlk ve tarihi kazanımları; 1978’de Amerikan Psikiyatri Birliği’nin DSM-4 tanı kitabından LGBT fiillerini ‘cinsel kimlik bozukluğu’ kategorisinden çıkararak bilimsel olarak ‘normal’ kategorisine dönüştürmeleri ile oldu.

Bilim alanındaki “zafer” hukuk ve siyasete taşındı. Ve daha fazla taraftar toplamak için tüm medya faaliyetlerine ağırlık verildi.

Şimdi son gelişmelere bakalım… Neler oluyor da biz bunları gündeme alıyoruz?

En net ifadeyle; bu azgın azınlık artık çığırından çıkmış durumdadır. Küresel destek, bu grubu şımartmakta ve her zaman daha fazlasını istemektedirler. Öncelikle desteğin boyutlarını görelim.

*Küresel sermaye grupları LGBT’ye destek verdiklerini paylaşmak için birbirleriyle yarışmakta. Siemens, Decathlon, İletişim Yayınları, Çiçek Sepeti, HepsiBurada.com, Nutella, Bosh, IKEA, English Home, Zara, US Polo gibi pek çok yerli ve global firma desteklerini açıkladılar.

*Pek çok dernek ve vakıf maddi destek vermektedir ve pek çok projede LGBT projeleri ile ortak çalışmaktadır. Bazıları; 43 ülkede örgütlü olan AnnaLindh Vakfı, ABD menşeyliArcus Vakfı, Chrest Vakfı, Avrupa Gençlik Vakfı ( EuropenYouth Foundation), Avrupa Kültür Vakfı İşbirliği Fonu, Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu, Avrupa Komisyonu, Birleşmiş Milletler Demokrasi Fonu, BM Kadın Birimi vs. Ülkemize döndüğümüzde; Açık toplum Vakfı, Çağdaş Eğitim ve Kültür Vakfı, ASHOKA, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Hayat Sende Derneği, Sen de Gel, 360 journos vs. Bize ulaşan liste çok uzun olduğu için bazılarını alıntıladım.

*Konunun siyaset ayağına baktığımız zaman ülkemizde ne yazık ki iki, siyasi parti bu grubun sözcülüğünü yapmakta. CHP ve HDP’li belediyeler özel günlerde açıktan mesaj yayınlayarak taraflarını açık etmişlerdi.

*Medya kurumlarına baktığımızda reklam ve dizi sektöründe durum tam bir facia. Komik veya sempatik roller özellikle LGBT imajıyla verilmekte ve bu durum yeni nesle çok kötü örneklik teşkil etmektedir. Sosyal medyada fenomen olan LGBT üyelerinin ciddi finansla desteklendikleri açıktır. Böylelikle şaşalı hayatları dikkat çekmekte ve özenti oluşturma gayreti hedeflenmektedir.

ÇOCUKLARIMIZI KORUMALIYIZ!

LGBTİ+ azgın azınlık tabirinin gereği fiillerine + olarak pedofiliyi de eklemiş durumda. Yayınladıkları afişlerde bir yetişkinin bir çocuğa cinsel ilgi duyduğu açıkça gösterilmektedir.

Eşcinselliği aşıp ensest ve sübyancılığı “normal” gösteren afişler, açıklamalar bize gösteriyor ki büyük bir tehlikenin eşiğindeyiz. Tüm dünyanın çocukları için buna dur demenin zamanı geldi. Pedofili suçtur ve suç olarak kalmalıdır. 7 yaşındaki bir çocuğu kılıktan kılığa sokup, meydanlarda rol model olarak sunmak, bir insanlık suçudur. Trans eğilimini çocuk yaşına kadar indirgemek, çocukların ruh ve beden dünyasına adi bir şekilde tecavüz etmek büyük ahlaksızlıktır. Buna izin vermeyeceğiz!

Şükür ki pedofili bilimsel olarak hala bir hastalık kategorisinde yer alıyor. Fakat ülkemizdeki Tabipler Odası da, Psikiyatri örgütleri de LGBT’ninpedofiliyi gözlerine kestirmesini görmezden gelmektedirler.

LGBT’YE KARŞI DEĞERLERİ KORUMA SEFERBERLİĞİ

LGBT’nin bu çıkışına önce Kızılay Başkanı Kerem Kınık’tan tepki geldi. Kınık,“insanlık onurunu çiğnetmeyeceğiz. Fıtratı ve çocuklarımızın ruh sağlığını koruyacağız. Sağlıklı yaradılışı bozan ve iletişim gücü ile anormali normal gibi gösterip pedofilik hayalleri çağdaşlık diye gencecik zihinlere zerk eden her kim olursa olsun mücadele edeceğiz. Yok öyle!” dedi. Açıklaması LGBT’nin ağababaları tarafından tepkiyle karşılandı. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun ise bu tepkilere karşı; “ Kerem Kınık, hayatını tüm dünyadaki çocukları korumaya adamış bir doktordur. Susturulmayacağız!” diyerek en net ifadeyle bir tavır sergiledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gündeme önemli bir açıklamayla damga vurdu. Erdoğan, konuşmasında halkımızı sapkın propagandaya karşı tutum almaya davet etti. Bu çağrı en az 15 Temmuz gecesi demokrasiye sahip çıkma çağrısı kadar önemlidir. Dün devleti uçurumun kenarından alan halkımız, bugün de değerleri muhafaza etmek için seferberliğe kalkışmalıdır.

SEFERBERLİK NASIL OLACAK?

LGBT propagandasını etkisizleştirmek; çok boyutlu bir anlayışla, fert ve grup çalışmalarıylave örgütlenerek başarılabilir.

Mücadelenin özet formülünü şu şekilde oluşturabiliriz.

1- Ekonomik tepki- boykot: LGBT’ye açıktan destek veren tüm firmalardan alış veriş yapmayarak, insanlık değerlerini korumak adına önemli bir adım atmış olacağız.

2- Aileler çocuklarına dönmeli: Çocuklara şartsız-koşulsuz sevgi ve ilgi vermeli, daha fazla zaman geçirerek tehlikelere karşı uyanık olmalı ve konuya dair bolca okuma yapmalı.

3- Akademi-medya-sivil toplumörgütlenmesi: Psikoloji bölümleri LGBT’nin adeta tiksindiği bir terapi olan Onarım Terapisi’ni geliştirecek yayınlar ortaya koymalı. Psikologlar bu konuya dair daha fazla hizmet vermeli. ABD’de yıllarca hizmet veren ve sayısız LGBT üyesini tedavi eden bu ekol ülkemizde de uygulanmalı. ABD’deki NARTH gibi bir kurum kurulmalı.

Sivil toplumda eksiğimiz yine akademideki gibi çok derin. Bu konuya odaklı dernekler kurulmalı. LGBT karşıtlığı kadın-aile dernekleriyle ancak yardımcı misyonla yapılabilir, bu dernekler üzerinden süreç yürütülemez. Bu konuya insan kaynağı, para ve zaman ayırmak zorundayız.

Medya ise zaten içler acısı… Bu konu ayrı bir yazı konusu. Allah yardımcımız olsun.

Betül Soysal Bozdoğan

https://www.dirilispostasi.com/makale/lgbt-gozunu-cocuklara-dikti


Kudüs’ün kemikleri sızladı

Allah’ın lanetlediği azgın topluluk, bu kez de mukaddes Kudüs şehrini hedef aldı…

Ali Çağlar Tınbek

Ortadoğu’nun en kapsamlı LGBTİ sapkınlık organizasyonu Siyonistlerin işgalindeki Filistin topraklarında kurulan çete oluşum İsrail’in düzenlendi. Adına “Onur (!) Yürüyüşü” dedikleri onursuzluk yürüyüşü, mübarek topraklara sahip Kudüs şehrinden başlatıldı. Binlerce sapkın İsraillinin katıldığı yürüyüş, Tel Aviv Meydanı’na kadar sürdü. Tel Aviv Meydanı’nda binlerce sapkın grup, trans şarkıcı Dana International’ın konseriyle ahlâksızlıklarını ayyuka çıkardı. Her alanda fitne ve ifsadın başını çeken İsrail, Ortadoğu’nun en kapsamlı ahlâksızlığı ve onursuzluğunda da öncülük yaptı.

HEDEFLERİ MÜBAREK ŞEHİR KUDÜS OLDU
İsrail, kadim İslâm şehri Kudüs’te onursuzluğunu bir kez daha ortaya koydu. Sözde ‘Onur Yürüyüşü’ adı verdikleri rezil yürüyüş, mübarek şehir Kudüs’te başlatıldı. Sapkınların yürüyüşü, onursuzluk, ahlâksızlık ve ifsadın en büyük propagandası olarak, Tel Aviv önderliğinde Ortadoğu’da gerçekleşmiş oldu. İfsat topluluğu İsrail, Müslümanlar için mübarek kılınan bölgeleri bu kez de sapkınlığı yayma emeliyle hedef aldı. Kadim şehir Kudüs, sapkınlığın başlangıç noktası olarak belirtildi. Hayâsızca yapılan yürüyüşün yakın bölgelerinde peygamberler ve nebilerin kabr-i şerifi olması, İslâm dini ve Müslümanlara karşı yapılan saldırı olarak kabul edildi. Ahlâkdışı giyim kuşam ve tavırlar sergileyen bu sapkın topluluk, Tel Aviv Meydanı’nda trans şarkıcı Dana International’ın konseriyle sapkınlıkta son noktaya ulaştı.

TÜRKİYE’DE SAPKINLIK SOSYAL MEDYAYA YÖNLENDİRİLDİ
İnsan yaradılışına aykırı olan ve Allah’ın haram kıldığı sapkınlık propagandası ülkemizde bulunan LGBTİ Birliği tarafından önceki gün sosyal medya aracılığıyla faaliyet gösterdi. Ülkemizde sapkınlığın dernek bazında faaliyetlerini yürüten LGBTİ Birliği ‘Gökkuşağı Partisi’; ‘Aşkla, Birlikte, Dayanışma’ adı altında sosyal medyada çok sayıda sapık üyesiyle bir araya geldi. Dernekten yapılan açıklamada, ‘pandemi sürecinden dolayı toplu yürüyüş yapılmayacağını ve ekonomik sebeplerden dolayı sosyal medya üzerinden Gökkuşağı Partisi’ne davetlisiniz’ çağrısında bulundu. Ayrıca dün ‘Pride’ yani ‘Onur Haftası’ adlı sapkınlığa karşı sosyal medyada vatandaşların tepkisi oldukça yoğun oldu. Birçok vatandaş, sapkın gruplara yönelik, Twitter’da Kur’an-ı Kerim’den Lût Kavmi’ni anlatan, A’raf Sûresi 80 ve 81. ayetlerini paylaşarak tepki gösterirken, sapkınlığa destek veren markalar da boykot edildi.

A’RAF SÛRESİ 80 ve 81. AYET-İ KERİMELER
A’raf Sûresi 80. ve 81. Ayet-i Kerime’de sapkınlık şöyle lanetleniyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Lut’u da (kavmine gönderdik.) Hani (Lût) kavmine: ‘Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir fuhşiyatı mı yapıyorsunuz?’ demişti. ‘Şüphesiz ki sizler, kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Siz, aşırı giden azgın bir toplumsunuz.’ ”

https://www.milligazete.com.tr/haber/4937551/kudusun-kemikleri-sizladi

Covid-19 pandemisi ve LGBTİ+ nefreti

$
0
0
BEŞİNCİ KUVVET/ YASEMİN G. İNCEOĞLU

LGBTİ+ bireylere karşı toplumsal önyargıları kırmak, insan haklarını korumak ve toplumlarımıza eşit vatandaş olarak tam olarak katılabilmelerini sağlamak, yalnız devletlerin değil, tüm yurttaşların sorumluluğudur.

Yasemin Giritli Inceoğlu
İstanbul - BİA Haber Merkezi

Covid-19 pandemisi yapısal ırkçılığı ve eşitsizlikleri daha da kötüleştiriyor. Nefret kampanyalarının da hedefi haline gelen LGBTİ+’lar ( Lezbiyen, Eşcinsel, Biseksüel, Transseksüel ve Interseks) bu süreçte sağlıktan istihdama pek çok sorun yaşadılar.

BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet’in, “LGBTİ+ bireyler birçok toplumda en savunmasız ve marjinalleşmiş kesim, Covid-19'un en fazla risk altında olanları arasında oldukları yetmiyormuş gibi, eşcinsel ilişkilerin kriminalize edildiği ve özellikle de trans bireyleri hedef aldığı ülkelerde, tutuklanma korkusu veya şiddete maruz kalma korkusu yüzünden tedavi göremiyorlar” açıklaması, bu grubun sağlık hizmetlerine erişimde ne denli çok damgalanma ve ayrımcılık yaşadıklarının bir göstergesi.

Tabii şüphesiz bu süreçte, bu grup yalnız Covid-19 ile ilgili sıkıntı yaşamadılar, HIV, hormonal tedavi veya cinsiyet geçişi ameliyatı dahil pek çok tedavileri de kesintiye uğradı.

Pandemi günlerinde görünmez olan bir diğer grup ise mülteci LGBTİ+’lar. HEVİ LGBTİ+ Derneği‘nin, pandemi sürecinde mülteci LGBTİ+’lara dair hazırladıkları rapora göre; psikolojik sorunları ve intihar girişimleri arttı, çalışabilecekleri tek alan olan kafeler kapanınca işten çıkarıldılar, seks işçiliği yapanlar, HIV ile enfekte olanlar bu durumdan katbekat daha çok etkilendi. Evde kalma zorunluluğu yüzünden bir sürü LGBTİ+ genci kendilerine destek vermeyen veya birlikte yaşadıkları kişiler tarafından aile içi şiddete ve istismara maruz kaldı.

Pandemi döneminde LGBTİ+ bireylerin işsiz kalma ve genel olarak yoksulluk içinde yaşama olasılığı daha yüksek, zira birçoğu kişi kayıt dışı sektörde çalışıyor, hastalanınca ücretli hastalık izin hakkı verilmiyor, özetle bu grup ayrımcı ücretli izin politikalarından en çok nasibini alanlar arasında. LGBTİ+ çalışanları ayrımcılık ve eşitsizlikler nedeniyle ruh sağlığı sorunlarına karşı çok daha korumasızlar.

Medya
Medyanın söylemi LGBTİ+'ları hedef alan, etiketleyen, değersizleştiren ve hatta şeytanileştiren nefret dolu örneklerle dolu. Özellikle şiddet içeren üçüncü sayfa haberlerinde, cinsel içerikli, toplum ahlakına aykırı olarak, “sapkın” veya “canavar” olarak sunulan LGBTİ+ bireyler “suç, günah ve anormallik” ile anılmaktalar. Bu ideolojik şiddet son dönemde çok daha fazla kendini göstermeye başladı.

LGBTİ+ bireylerin medyada temsili her zaman sorunlu olmuştur. Homofobik ve cinsiyetçi ataerkil yapının medyaya yansıması olarak özetleyebileceğimiz bu sunum çerçevesinde genelde LGBTİ+ bireyler cinsellikle ve suçla özdeşleştirilerek, cinsel yönelimleri ve/veya cinsiyet kimlikleri ön plana çıkartılarak, zaman zaman da karikatürize edilerek haberleştiriliyor.

Örneğin “Covid-19 lu trans” gibi bir manşetin yaygın medyada karşınıza çıkması olasıdır. Covid-19 hastasının cinsel yönelimi haber değeri taşımazken veya Covid 19 hastası heteroseksüel olduğunda belirtilme gereği duyulmazken, şüphesiz trans olduğunun belirtilmesi son derece yanlış bir uygulama.

Halbuki, bu konuda Reuters’in ”Bir kişinin ırk, renk, etnik, dini aidiyeti, cinsel yönelimi sadece konuyla bir bağlantısı olduğu takdirde belirtilmelidir” yaklaşımı tüm uluslararası ve ulusal etik kodlarda da yer alıyor.

AİHM’in Vejdeland ve Diğerleri/ İsveç kararı
Vejdeland and Others v. Sweden davasında oybirliğiyle alınan kararda, İsveç yasası altındaki bir grup olarak eşcinsellere yönelik saldırgan ifadeler içeren el ilanları dağıtan bireylere yönelik cezai hükmün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ihlali olmadığını ve bu tür edimlerin Sözleşme'nin 10. Maddesi’nde garanti altına alınan ifade özgürlüğü ile korunmayacağını belirtildi.

Davada bahsi geçen el ilanları eşcinselliği "sapkın bir cinsel eğilim" olarak tanımlıyor ve "toplumun temeli için ahlaki yıkıcı etkileri olduğunu" savunuyordu. El ilanlarında geçen iddialar arasında eşcinselliğin HIV ve AIDS'in yaygınlaşmasından sorumlu olduğu ve "eşcinsel lobi"nin pedofiliyi hafife almaya çalıştığı da vardı. Vejdeland davasında AİHM şunları ifade etti:

“Mahkeme, kine tahrik etmek için illaki şiddet kullanmaya veya diğer türden suçları işlemeye yönelik bir çağrıda bulunmanın gerekmediği yönündeki görüşünü tekrar eder. Ayrıca, mahkeme cinsel yönelim temelinde gerçekleştirilen ayrımcılığın ‘ırk, köken ve renk’ temelinde gerçekleştirilen ayrımcılıklar kadar ciddi olduğunun altını çizerek belirtir.”

Etik kodlar
British Council, BBC World Trust ve Türk Gazeteciler Cemiyeti’nin ortaklaşa yürütmüş olduğu “Medya ve Toplumsal Katılım” projesi çerçevesinde hazırlanan ve “toplumda daha dezavantajlı konumda olan grupların medyada daha kapsayıcı ve adil biçimde temsil edilmesine yönelik genel ilkeleri içeren” Medya ve Çeşitlilik kılavuzunda “Kadın ve Cinsel Yönelim” başlığı altında belirtilenlerden bazılarını hatırlatmakta yarar vardır:

Medya kuruluşları ve medya çalışanları, cinsiyet ve cinsel yönelim farklılığına dayalı ayrımcılıkla mücadele etmeyi hedef olarak benimsemelidir. Toplumda cinsiyet ve cinsel yönelim ayrımcılığı konusundaki her türlü ihlalin izlenmesi, haber ve diğer içerikler yoluyla topluma yansıtılması bütün medya kuruluşlarının öncelik verdiği bir konu olmalıdır. Cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğrayanların sorunlarına daha çok ilgili gösterilmelidir.

Dilin içinde yerleşik, bir cinsi ya da cinsel yönelimi diğeri karşısında aşağılayan cinsiyetçi ve homofobik sözcük ve söylemlerin dönüştürülmesi konusunda duyarlı olmalı, yanlı sözcük ve terimlerin yerine eşitlikçi bir söylemi geliştirmek için çaba göstermelidir.

Cinsiyetleri ve cinsel yönelimleri ne olursa olsun, farklı yaş, görüntü, fikir, görev ve rollere sahip insanların medyadaki her türlü içerikte, gelenekler ve alışkanlıklar ve cinsiyetçi ve homofobik kalıp yargılar dışına çıkılarak sunulması konusunda gereken özeni göstermelidir.

Her türlü içeriğin oluşturulmasında, cinsel yönelimleri farklı olanların da görüşlerini, deneyim ve uzmanlıklarından kaynaklanan bilgilerini topluma yansıtmalıdır.

TGC’nin Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi’nde, Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği başlığı altında; “Doğrudan haberin unsuru olmadığı sürece hiç kimse cinsiyet kimliği, cinsel yönelimiyle tanımlanamaz, tanımlanması gereken durumlarda da küçümsenip, aşağılanamaz” ifadeleri yer almaktadır.

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın Ramazan ayının ilk Cuma hutbesinde “eşcinsellerin lanetlendiği, zina ve eşcinselliğin hastalığı da beraberinde getirdiği" yönündeki sözleri, Hollanda hükümetinin büyük ortağı Demokrasi ve Özgürlük İçin Halk Partisi (VVD) tarafından Parlamento gündemine taşınmıştı. Twitter üzerinde açılan #YallahHollanda'ya etiketi, Hollanda medyasında, eşcinselleri aşağılayan, homofobik bir söylem olarak tanımlandı. Hollanda'nın Ankara Büyükelçisi tepkisini, #LGBTHaklarıİnsanHaklarıdır etiketiyle paylaştığı Twitter mesajında, "Hollanda, dünyanın neresinde olursa olsunlar, cinsel veya cinsiyet yönelimlerine bakılmaksızın herkesin kendisi olma özgürlüğünü temsil eder" ifadeleri vardı.

İsrail Sağlık Bakanı Jakov Litzman’ın , “salgın eşcinsellik için ilahi bir ceza ’ açıklaması ile Iraklı Şii lider Mukteda Sadr’ın, koronavirüsün eşcinsel evlilikler yüzünden yayıldığını savunması aslında son derece popülist söylemler. Popülist siyasal söylem -yapısı gereği- çoklu sözel stratejileri kullanan özgün bir retoriğe sahip. İçeridekilere karşı dışarıdakiler, iyilere karşı kötüler gibi ikili karşıtlıklar üzerine kurulan retorik, “ötekiler” yani LGBTİ+ bireyler “sapkınlar” olurken, halkın endişelerinin dikkate alındığı, halkın çıkarlarının korunmasının öncelikli olduğu hususlarının vurgulanması biçiminde gerçekleşir. Biz ve onlar ayrımı üstüne yapılan kurguda konuşmacı, kendisini iyi, hedefindekileri, kötü, sapkın, ahlaksız ve tehlikeli olarak göstererek, halkın sözcüsü ve temsilcisi bir konuma yerleşir. Popülist söylem, kendini yeniden üretebilmek için her zaman bir düşmana gereksinim duyar.

Karlsruhe'deki Helius kliniğinde kalp damar cerrahı olarak görev yapan Metin Çakır, sosyal medya hesabından, ''Bir hekim olarak eşcinselliğin, transseksüelliğin hastalık olduğunu belirtmek isterim'' paylaşımında bulunmasının ardından, 20 yıldır çalıştığı hastanedeki görevinden alındı. Bunun üzerine sosyal medyada yoğun eleştiriler alan doktor, paylaşımını silerek hesabını kapattı. Bu açıklama zaten yanlış, zira eşcinselliğin bir hastalık olmadığı Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ile Amerikan Psikoloji Derneği tarafından yıllar önce açıklandı, doktorun bunu bilmemesi düşünülemez. Peki, bir doktor hangi motivasyonla niye böyle sorumsuz bir açıklama yapar?

Ülkemizde eşcinselliği anti-depresan veya davranış terapisi ile düzelteceğini iddia eden psikiyatrist, psikolog, hatta bir kısmı da profesör olan bilim insanları var. Bu konuda dezenformasyon yaymak, hem edilen Hipokrat yeminine, hem de bilim insanlığına ihanettir. Özellikle de kullanılan nefret dolu ve önyargılı ifadeler, günümüzde LGBTI+ bireylerin hakları önündeki en büyük engeli oluşturuyor.

Çiçek Sepeti boykotu
Sosyal medyada da bu zihniyet yapısının izdüşümünü görmek mümkün. Bilindiği üzere, Haziran, tüm dünyada LGBTİ+’ların onur yürüyüşleri ve çeşitli etkinliklerinin yapıldığı ay, ancak koronavirüs yüzünden bu etkinliklerin hepsi iptal edildi, çevrimiçi ortamda düzenlendi.

Sosyal medyada yalnız Çiçek Sepeti için değil Nivea, Decathlon, Shell gibi firmalar için de adeta linç kampanyasına dönen boykot çağrıları yapıldı. Nedeni LGBTİ amblemi taşıyan sırt çantası ve telefon kılıfı vs. aksesuar satışı yapmalarıydı. E-ticaret sitesi olan Çiçek Sepeti ile ilgili yapılan yorumlarda, firmanın bu ürünleri satması ile eşcinselliği, sapkınlığı yaydığı, çocuklara gençlere kötü örnek olup özendirdiği, Müslüman mahallesinde salyangoz sattığı, eşcinselliğin tedavi edilmesi gereken bir hastalık olduğu sürekli dolaşımda idi.

Burada görev, siyasi liderlere, kanaat önderlerine ve medyaya düşüyor; nefret söylemi saçmamanın ötesinde, LGBTİ+ bireylere karşı kışkırtılan nefreti açıkça kınamalılar. Cinsel yönelim, cinsiyet kimliği ve cinsiyet özelliklerinden kaynaklanan nefret söylemi ve nefret suçları araştırılmalı ve kovuşturmalı, LGBTİ+ insan hakları savunucularının korunmaları ve çalışmalarının güvenli ve etkin bir ortamda yürütebilmeleri için gerekli koşullar ve ortam yaratılmalı.

LGBTİ+ bireylere karşı toplumsal önyargıları kırmak, insan haklarını korumak ve toplumlarımıza eşit vatandaş olarak tam olarak katılabilmelerini sağlamak, yalnız devletlerin değil, tüm yurttaşların sorumluluğundadır. LGBTİ haklarının insan hakları olduğu asla göz ardı edilmemelidir. (YGİ/EKN)

Yasemin Giritli Inceoğlu
İletişim akademisyeni. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden emekli oldu (2004-2016). İletişim Araştırmaları Derneği (ILAD), UNESCO ve Amerikan Biyografi Enstitüsü üyesi, Avrupa Konseyi’nin medya okuryazarlığı toplantılarına ‘Avrupa Komisyonu Uzmanı’ olarak katıldı. Columbia Üniversitesi (1994), Salzburg Semineri (2003), Yeni Delhi Jawaharlal Nehru Üniversitesi Medya Çalışmaları Merkezi ve European University Institute’a (Floransa/ 2017) konuk öğretim üyesi olarak ders verdi. Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği (SPoD), Medya Tekzip Merkezi, Siyah Bant, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği (SEHAK) ve ASULİS Nefret Söylemi Laboratuvarı Danışma Kurulu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Meslek İlkelerini İzleme Komisyonu ve Umut Vakfı Yönetim Kurulu üyesi. Çok sayıda kitabın yazarı, derleyicisi ya da yazarları arasında.

http://bianet.org/bianet/bianet/226646-covid-19-pandemisi-ve-lgbti-nefreti

Devletlere çağrı: LGBTİ+’ların pandemi döneminde de yaşadığı dışlanma son bulsun

$
0
0
Onur Haftası, LGBTİ+’ların COVID-19’la mücadelede ihmal edilmemesi gerektiğini doğru zamanda hatırlattı.


Onur Haftası vesilesiyle bir açıklama yayımlayan Uluslararası Af Örgütü, LGBTİ+ haklarının giderek daha büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir dönemde yapılan etkinliklerin, LGBTİ+ haklarını savunmak ve geliştirmek için bir fırsat olduğunu söyledi.

Uluslararası Af Örgütü, aylardır süren karantina tedbirlerinin LGBTİ+’ları korkunç boyutlara varan ayrımcılık, yaftalama, düşmanlık ve şiddete maruz bırakarak, mevcut eşitsizlikleri daha da yerleşik hale getirdiği uyarısında bulundu.

Uluslararası Af Örgütü’nün Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Kimlik Birimi Araştırmacısı ve Politika Danışmanı Nadia Rahman konu hakkında yaptığı açıklamada şunları söyledi: “Onur Haftası’nda dünyanın dört bir yanındaki LGBTİ+’lar, aktivistler ve LGBTİ+ hakları savunucuları tüm dünyaya, küresel bir pandeminin bile onları birçok hükümet tarafından halen teslim edilmeyen haklarını talep etmekten alıkoyamayacağını gösteriyor.”

‘Düşmanca veya tehlikeli karantinalar altında mahsur kalmış sayısız insan var’

“Çevrimiçi etkinlikler zor zamanlarda umut veriyor; ancak sayısız LGBTİ+ Onur Haftası’nı, cinselliklerinin ve kimliklerinin kabul görmediği, düşmanca veya tehlikeli karantinalar altında mahsur kalmış bir şekilde geçirdi.”

“Devletler acilen ülkelerindeki LGBTİ+’lara somut ve uygun destek sağlamalı. Sağlık hizmetlerine eşit erişimin güvence altına alınması, istihdam ve sosyal güvenlik mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması, şiddet ve tacizlerle karşılaşan LGBTİ+’lara güvenli yerler temin edilmesi buna dahildir.”

LGBTİ+’lar saldırılara uğruyor ve dışlanıyor

Bazı devletler pandemiyi LGBTİ+’lara yönelik baskıları haklı göstermek ve haklarını ağır bir biçimde ihlal eden veya onları yaftalayan tedbirleri hayata geçirmek için bahane etti. Örneğin Uganda’da, 23 genç, “hastalığın yayılmasına yol açabilecek ihmalkar davranışlar” ve “yasal düzene itaatsizlik” gibi suçlar işledikleri bahanesiyle ikamet ettikleri LGBTİ+ sığınma evinde gözaltına alındı.

Filipinler’de polis, üç LGBTİ+’yı, sokağa çıkma yasağını ihlal ettikleri bahanesiyle cezalandırmak için aşağılayıcı davranışlara zorladı ve bu sırada video çekerek, görüntüleri sosyal medyada paylaştı.

LGBTİ+’lar, tarihsel olarak, kaynakların dağılımı konusunda dışlanıyor; sağlık hizmetleri, istihdam ve barınmaya erişimde ayrımcılığa uğruyor; LGBTİ+’ları suçlu haline getiren planlı yasaların yanı sıra, taciz, korkutma ve keyfi gözaltılarla karşı karşıya kalıyor ve hem devlet aktörleri hem de devlet dışı aktörler tarafından öldürülüyor. Bu kriz ve her bir devletin bu krizi ele alma biçimi, mevcut eşitsizlikleri daha da derinleştiriyor. Örneğin Hindistan’da merkezi hükümet, Hindistan’daki transların büyük çoğunluğunun günlük ücret karşılığı çalışarak geçimini sağlamasına ve krizden ağır bir biçimde etkilenmesine rağmen, yakın zamanda çıkardığı teşvik paketinde transları kapsam dışı bıraktı.

Sarah Hegazi devlet destekli ayrımcılık sonucu öldü

Uluslararası Af Örgütü, Mısır yetkilileri tarafından keyfi olarak gözaltına alınan ve işkence edilen Mısırlı kuir aktivist Sarah Hegazi’nin ölümünün, devlet destekli ayrımcılığın sonuçlarını ortaya koyan kahredici bir örnek olduğuna dikkat çekti.

İntihar etmeden önce on sekiz ay Kanada’da sürgünde yaşamaya zorlanan Sarah’ın ölümü, dünyanın dört bir yanındaki LGBTİ+ aktivistleri yasa boğdu. Sarah, son yazısında, sürgünde yaşamanın insanı ne kadar yalnızlaştırdığını ve Mısır yetkililerinin cezasız kalması karşısında hissettiği umutsuzluğu anlatmıştı.

“Sarah Hegazi aşk, özgürlük ve umut ışığıydı. Onun için yas tutarken, bir yandan da dünyanın her yerinde buna benzer adaletsizliklerle, ayrımcılıkla ve zalimlikle karşı karşıya kalan herkesle dayanışma içindeyiz” diyen Nadia Rahman, sözlerini şöyle sonlandırdı:

“Tüm dünyadaki aktivistler, Sarah’ın mirasını geleceğe taşıyacak; ancak bunu tek başımıza yapamayız. Devletler, LGBTİ+’lara saygı göstermek ve onları korumakla yükümlüdür. LGBTİ+’ların yaşanmış hikayelerine ve toplumları içindeki eşit haklarına saygı gösterilmeli, kapsayıcı olunmalı ve bu haklar, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılığı engelleyecek politikalar ve yasalarla bütünleştirilmelidir.”

Tüm hükümetlere acil önlem çağrısı

Pandemi, LGBTİ+’lara yönelik süregelen dışlama ve ayrımcılık biçimlerini görünür kıldı. Tüm yasalarımızda ve politikalarımızda, en şiddetli şekilde ötekileştirilen grupların güvende ve iyi olmasını sağlamaya dönük değişiklikler yapmamız gereken bir dönemde, böyle bir şeye müsamaha gösterilemez.

Uluslararası Af Örgütü, dünyanın dört bir yanındaki hükümetlere şu çağrıları yapıyor:

Hormon terapisi, beden uyum ameliyatları ve ruhsal sağlık desteği de dahil olmak üzere sağlık hizmetlerine erişim sağlanmalı.
Düşmanca karantina koşullarında yaşayan LGBTİ+’lara koruma sağlanmalı, bu kapsamda şiddet vakalarının bildirileceği yardım hatları da dahil olmak üzere, ev içi şiddet ve aile şiddetine uğrayan kişilerin adalete, desteğe ve hizmetlere erişimini kolaylaştıracak düzenlemeler hayata geçirilmeli.
İstihdam ve diğer temel hizmetlere eşit erişim güvence altına alınmalı, LGBTİ+’ların devlet teşvik paketleri ve sosyal yardımlardan dışlanmaması sağlanmalı.
COVID-19’la bağlantılı politikalar bahane edilerek LGBTİ+’ların suçlu haline getirilmesine son verilmeli.
LGBTİ+’ların yaftalanmasına müsamaha gösterilmeyeceği net bir biçimde ifade edilmeli.

https://www.amnesty.org.tr/icerik/devletlere-cagri-lgbtilarin-pandemi-doneminde-de-yasadigi-dislanma-son-bulsun

Sabah gazetesi yazarı Hilal kaplan: Eşcinsellere güvenli hayatı AKP tesis etti!

$
0
0
,

Erdoğan, eşcinsellerle ilgili ne demişti?
Bir video dolaşıyor. Başkan Erdoğan'ın, daha başbakan olmadan önceki bir televizyon röportajındaki sözleri cımbızlanıp sadece şu kısım veriliyor: "Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart."
Bu sözler üzerinden Erdoğan, sanki eşcinsel evlilikleri savunmuş gibi yansıtılıyor. Bunun doğru olmadığını anlamak için Erdoğan'ın başbakan seçildiğini hatırlamak yeterli. Zira bunu savunan birisinin Türkiye'de, hele 2002'de başbakan seçilme ihtimali yoktu.
Peki ne demiş Erdoğan, o cümlenin devamında: "Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz."
Hatırlarsanız AK Parti'den önce eşcinsellere sokak ortasnda rahatça saldırılabilir, özellikle de travestilere yönelik çok çirkin muamelelerde bulunulabilirdi. Bugün isteyen istediği kadar inkâr etsin, eşcinsellerin güven içinde hayat hakkını tesis etmiş olan iktidar AK Parti'dir. Yani Erdoğan, sadece o sözlerinin arkasında durmakla kalmamış, sözünü de yerine getirmiş.
Ama bazıları manipüle etmeden haber yapamadığı için yazımın bir kısmını ayırmak zorunda kaldım. Vakit israfı medya sağ olsun.

https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hilalkaplan/2020/07/01/canan-hanim-agzindan-kacirmasaydi

Peru'da LGBTİ+ gece kulübü salgın sonrası market oldu

$
0
0
Gece kulübünün diskjokeyi markete dönüştürülen mekanda yine müşteriler için müzik çalarak eski işini sürdürme imkanına sahip tek şanslı kişi olarak dikkati çekiyor.


Peru’nun başkenti Lima’da, pandemi nedeniyle kapatılan kentin en büyük LGBT gece kulübü, vatandaşların sadece gıda ürünleri satın alabilmesi için yeniden açıldı.

Euronews’te yer alan habere göre, ValeTodo gece kulübündeki dans pisti ile içki ve kokteyl şişelerinin bulunduğu raflar, vatandaşların günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için gıda ürünleriyle donatıldı.

Kulübün yöneticisi Claudia Achuy, salgın yüzünden ilan edilen zorunlu karantinanın ve gece çıkma yasağının başkentin bütün eğlence hayatına darbe vurduğunu, mekanda çalışan 120 kişinin işsiz kalma tehlikesi üzerine, mekanı markete çevirme kararı aldıklarını söyledi.

“Daha önce dans etmeye, şimdi gıda almaya geliyoruz”
LGBT gece kulübünde renkli elbiseleriyle akşamları dans gösterilerine çıkan şimdi ise gıda marketinde tezgahtar olarak çalışan Belaluh McQueen’ın Euronews’ın aktardığına göre, salgının getirdiği ekonomik krizle binlerce kişinin istihdam dışı kaldığı bir ortamda yine de bir işi olduğu için mutlu.

LGBT kulübüne daha önce eğlenmek için gelen Alexandra Herrera isimli bir müşteri ise şimdi gıda ürünleri almak için geldiği mekanın bir şekilde yine de korunmasının kendisini sevindirdiğini belirtti ve  “Daha önce buraya dans etmek için geliyorduk şimdi gıda ürünü satın almak için geliyoruz, ne yapalım kendimizi koşullara uydurmak zorundayız” dedi.

Gece kulübünün diskjokeyi markete dönüştürülen mekanda yine müşteriler için müzik çalarak eski işini sürdürme imkanına sahip tek şanslı kişi olarak dikkati çekiyor. (EMK)

http://bianet.org/bianet/lgbti/226735-peru-da-lgbti-gece-kulubu-salgin-sonrasi-market-oldu

2013’ten bugüne Türkiye’de Onur Yürüyüşünün seyri

$
0
0
2013’ten bugüne Türkiye’de Onur Yürüyüşünün seyri

Hafıza Merkezi, Türkiye’deki daralan sivil mücadele alanlarına dair DarAlan adlı yeni bir video serisi hayata geçirdi. Gazeteci ve fotoğrafçı Fatih Pınar’ın çeşitli eylem, basın açıklaması, gösteri ve mitinglerden topladığı görüntüler yardımıyla oluşturulan serinin ilk bölümü, Türkiye’de 2013’ten bugüne Onur Yürüyüşünün seyrine bakıyor. Türkiye’de LGBTİ+’ların mücadelesinin geride bıraktığımız yedi sene içinde nasıl süreçlerden geçtiği, LGBTİ+ aktivistlere ve Onur Haftası komitesi üyelerine mikrofon uzatan videoda derlenmiş. Alanlar ne kadar daraltılsa da LGBTİ+ hareketinin hiçbir zaman yok olmayacağının altını çizen video, Şevval Kılıç’ın “Herkes eşit vatandaşlık haklarından yararlanacak. Bu kadar!” sözleriyle final yapıyor.

DarAlan #1: Onur Yürüyüşü, dört videodan oluşacak serinin ilk parçası. Baskılar ne kadar artarsa direncin de arttığını sadece Türkiye’de değil bütün dünyada gözlemleyebiliyoruz. Eşitliğe, temel insan haklarına herkesin kavuşabilmesi adına geçmişe oranla çok daha fazla insan konuşuyor ve harekete geçiyor. Bu umut verici tablonun ilerleyişine şahit olabilmek, geçmişten geleceğe bilgi aktarımını sağlayabilmek için böyle dokümantasyonlara çok ihtiyacımız var.

Yazı: Hazal Günal

https://www.youtube.com/watch?time_continue=680&v=CoFOA83iPwk&feature=emb_logo
https://bantmag.com/2013ten-bugune-turkiyede-onur-yuruyusunun-seyri/

Nefret söylemi lgbti+ bireyleri hedef aldı

$
0
0
Onur Haftası adı altında gerçekleştirdikleri ve görünür kıldıkları etkinliklerin son halkası olarak yaptıkları yürüyüşü bu yıl COVİD-19 salgını nedeniyle online yapan lgbti+ ve lgbt+ bireyleri destekleyenler, bazı çevrelerin nefret söyleminin hedefi oldu.


Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, verdiği hutbede eşcinselliğin lanetlendiğini ve bir sapkınlık olduğunu iddia etti. Erbaş, “Cinsiyet seçimini kişisel bir özgürlük alanı gibi göstererek ilahi iradeyi yok saymak, haddi aşma ve kulluktan sapmadır. Sağlıklı bir nesil yetiştirmenin çocuklarımızı, gençlerimizi sapkın anlayışlara karşı eğitmek, bilinçlendirmek ve korumaktan geçtiğini, bu noktada hepimize sorumluluk düştüğünü unutmayalım” diyerek lgbti+ bireyleri hedef gösterdi

Hükümete yakınlığı ile bilinen ve çocuklara tecavüzle uzunca bir süre gündemde kalan Ensar Vakfı’na yaptığı 9 milyon dolarlık bağışı ile de adından söz ettiren Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık ise, “Sağlıklı yaradılışı bozan ve iletişim gücü ile anormali normal gibi gösterip pedofilik hayalleri çağdaşlık diye gencecik zihinlere zerk eden her kim olursa olsun mücadele edeceğiz” diyerek lgbti+ bireyleri hedef gösterdi.

2002 seçimleri öncesi bir televizyon kanalında eşcinsellere evlilik hakkının tanınıp tanınmayacağı sorusunu “Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz” şeklinde yanıtlayan Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan 2020 yılında yaptığı açıklamada “İnancımıza ve kültürümüze aykırı marjinal akımları destekleyenler bizim gözümüzde aynı sapkınlığın ortaklarıdır. Milletimin tüm fertlerini rabbimizin yasakladığı her türlü sapkınlığı sergileyenlere karşı tavır almaya davet ediyorum” diyerek lgbti+ bireyleri hedef gösterdi.

Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), “Ben Neredeyim” teması ile online olarak kutlanan 28. İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’na atıfta bulunarak, Kurtuluş Savaşı, 15 Temmuz darbe girişimi ve Filistin ile ilgili fotoğraflar paylaştı, “Gerçek onur yürüyüşü budur” diyerek lgbti+ bireyleri hedef gösterdi.

Onlarca çocuğun tecavüz edildiği Ensar Vakfı’nın da aralarında bulunduğu iktidara yakın 50 dernek ve vakıf, Onur Haftası’na destek veren firmaları boykot etme çağrısı yaparak lgbti+ bireyleri hedef gösterdi.

“LGBT toplumun temel yapı taşı olan aileyi ve aileyi oluşturan bireylerin fiziksel yapısını bozup ruhsal açıdan sağlıklı bireylerin yetişmesini engelleyerek, eşcinsel sapkınlık ile aileyi ortadan kaldırmaya çalışmakta…” denilen çağrıda alışveriş sitelerinin verdiği destek kınandı. “LGBT'yi sanki toplumun kabul görmüş hali gibi gösterip sunmasını, meşru hale getirmeye çalışmasını esefle kınıyoruz. Tüm ticari markaları bu dayatmaya karşı durmaya, alışveriş sitelerindeki seçeneklerin alışveriş listelerinden acilen çıkarılmasını sağlamak adına da kamuoyunu LGBT destekçisi ticari markaları boykota ve aynı hassasiyette bulunan STK'ları toplumsal değerleri önceleyen sağlıklı bireyler adına desteğe davet ediyoruz. Geleceğimiz, çocuklarımızı ve insanlık haysiyetini korumak hepimizin ortak vazifesidir” denilerek lgbti+ bireyler hedef gösterildi.

http://siyasihaber4.org/nefret-soylemi-lgbti-bireyleri-hedef-aldi/91096

2020 LGBTİ+ Onur Ayı Biterken, Yaşam Hakkı Elinden Alınan Trans Bireyler Anısına

$
0
0
Tuana Tosun Yazdı…

Zordur ait olmadığın bir bedende doğup, bunu anlamayacak bir toplumda tutunmaya çalışmak. Bütün o iç savaşınıza insanların imaları, baskıları, iğnelemeleri de eklenir. Kendi aileniz mesela, bir gün “As kendini de kurtulalım” deyiverir.

Ya da ağır gelir hayat, bir binanın balkonundan atıverirsiniz kendinizi.

Belki ölümünüze bile karar verme hakkınız olmaz. Tecavüze uğrar, öldürülür, bir kenara atılırsınız. Seks işçisi der geçerler. İki yıl sonra bile dava dosyanızda tek bir şüphelinin adı geçmez mesela.

Oysa siz, bütün hayatın ağır yükü omuzlarınızda, bir arabanın içinde ölmeden önceki son videonuzda köpeğinizi annenize emanet edecek kadar iyi bir insansınızdır.

Onlar görmezler.

Onlar, insanlar.

Sessiz İnsanlar;

Okyanus Efe öldü. Ayaz Utku öldü. Eylül Cansın öldü. Hande Kader öldü. Adını bildiğiniz, bilmediğiniz niceleri öldü. Hepsine sustunuz.

Begüm öldü!

Siz sustukça bu liste uzuyor.

Siz sustukça insanlar ölüyor. Kadın, erkek, eşcinsel, transseksüel değil. İnsan ölüyor, insan öldürülüyor.

Özgecan için adalet isteyenler, Hande için neden sustular?

Begüm öldü!

Terkedilmiş bir otel odasında cesedini buldular onun.

Genç bir kadın öldü. İmkân verdiğiniz kadarıyla umutları, hayalleri vardı.

Umutlarıyla, hayalleriyle ayrıldı bu dünyadan.

Ve siz hala susuyorsunuz.

Uyanın artık. Acıyı, korkuyu, hüznü anlamaya çalışın.

Bir kez olsun, bir insan öldüğünde onun kim olduğunu önemsemeden üzülmeye çalışın.

Sesinizi çıkarın!

Başka Hande’ler, Eylül’ler, Okyanus’lar, Ayaz’lar, Begüm’ler ölmesin.

Trans intiharları da cinayettir.

#TransCinayetleriPolitiktir

https://haberilizm.com/tuana-tosun-yazdi-2020-lgbti-onur-ayi-biterken-yasam-hakki-elinden-alinan-trans-bireyler-anisina/

Atakan Hatipoğlu: Cinsel Kimlik ve Sol Politika

$
0
0
Bu makale, 2015 yılında yayınlanan Teori Dergisi'nin 311. sayısınından alınmıştır.

Amerikan yüksek mahkemesi (supreme court) 26 Haziran 2015’te 4’e karşı 5 oyla eşcinsel evlilikleri ülke çapında yasallaştırdı. Kararın gerekçesi, devletlerin eşcinselleri evlenmekten alıkoyma yetkilerinin olamayacağı görüşüne dayandırıldı.1 Bu olay dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eşcinsel kimlik siyasetinin son kazanımlarından biri olarak değerlendiriliyor. Bilindiği gibi Türkiye’de eşcinsel örgütlenmelerinin öncülüğünde 2001 yılından bu yana her yıl “onur yürüyüşleri” ve etkinlikleri (gay pride) gerçekleştiriliyor. Cinsel kimliklere yönelik dışlama ve baskıların kınandığı bu etkinliklere destek amacıyla katılanlar arasında eşcinsel olmayan kimseler de bulunuyor.

Kimlik siyasetlerine destek veren insanlar arasında iki farklı siyasal yaklaşımın birbirine karıştırıldığı söylenebilir. Çoğu kimse, mağduriyetlerin telafi edilmesi ile ulaşılmak istenen siyasal program arasındaki farka dikkat etmeksizin tavır belirlemenin kolaycılığına kapılmaktadır. Oysa haksızlığa uğrayan bir kimse ya da grubun haklarını savunmak ile o grubun sosyopolitik projesinin bir parçası olmak farklı olgulardır. Destekçi çevrelerde, eşcinsellerin özgürlükleri konusunda sol partilerin daha hassas olması beklentileri ve onur yürüyüşleri türünden eylemlere karşı kayıtsız kalınmaması gerektiği düşünceleri dillendiriliyor. Eşcinsellerin bir cinsel azınlık olduğu, ötekileştirilen, dışlanan ve aşağılanan bir kimlik grubu oldukları ve dolayısıyla solun bu kesimlerin sözcüsü olması, onlarla birlikte hak arama mücadelesi vermesi gerektiği söyleniyor. Burada gözden kaçırılan nokta, yukarıda da vurgulandığı üzere, mağduriyet yaşayan cinsel yönelim sahiplerinin hak arama talebi ile toplumun yeni bir cinsellik temelinde örgütlenmesi talebinin aynı anlama gelmediğidir. LGBTTİ çevrelerde dile getirilen başlıca siyasal talep eşcinselliğe ilerici, sol ve muhalif bir rol atfedilmesi söz konusu talep ile yakından ilişkilidir.

Eşcinselliğin sorunsallaşması
Eşcinsellik ile ilgili tartışmalarda ilk ayırdedilmesi gereken konu, “kendinde” eşcinsel eylemin olgusal gerçekliği ile modernitenin bir ürünü olan “kendisi için” eşcinselliğin temsil talebi arasındaki farktır. Kendinde eşcinsellikten kastedilen, cinsel yönelimin bireyin kendisini topluma takdim etmesinin başlıca biçimine dönüşmemiş olmasıdır. Tarih boyunca pek çok toplumda eşcinsellik olgusu gözlenmiştir. Antik Yunan ve Roma’da bir erkeğin hemcinsine yönelik “aktif” cinsel eylemi, erkeklik bağlamı içinde olağan olarak algılanırken, yetişkin erkeğin “pasif” yönelimi sapma olarak görülüp dışlanırdı. Çoğu toplumda kadınlar arası eşcinsellik ise  ataerkilliğin  kültü rel kodları içinde önemsenmez, görmezden gelinir ve nadiren cezalandırılırdı. Doğuştan çift cinsiyetli (hermafrodit, interseks) olanlar karşısında şaşkınlık ve kararsızlıktan doğan bir suskunluk vardı. Eşcinsellik, yaygınlık kazanmasının Tanrı’nın gazabına uğramakla sonuçlanacağından korkulduğu ortaçağda dini baskının konusu oldu. Ancak bu esnada dahi eşcinsel yönelim bazı kimselerin içine düştüğü bir “günah” olarak algılanıyordu. Eşcinsellik 20. yüzyıla gelinceye kadar, marjinal bir cinsel eylemdi ve toplumda hiç kimsenin kendisini her şeyden önce bir “eşcinsel” olarak tanımlaması sözkonusu değildi. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yükselen yeni toplumsal hareketler bağlamı içinde, bireyin kendisini topluma her şeyden önce cinsel yönelimi ile sunduğu ve eşcinselliğin bir toplumsal kimlik haline getirildiği, kamusal temsil hakkı talep ettiği yeni bir tür olarak “kendisi için” eşcinsellik ortaya çıktı.

Günümüzde eşcinsellik, kültürel nitelikte bir toplumsal sorun olarak gündeme gelmektedir. Kültürel sorunlar, daha çok  fırsatların ve statülerin eşitsiz dağılımı ile ilgilidirler. Eşcinsellik sorunu, toplumsal sınıfları çapraz kesmektedir. Cinsel yönelimlerle ilgili kişisel bir mesele olduğundan, her sınıftan kimseleri etkileyebilmektedir. Bir eşcinsel, yüksek gelir ve statü gruplarından birine mensup olsa bile toplumun geniş kültürel ortamına ait olamama hissine kapılabilir. Çünkü TV dizilerinde işlenen eşcinsel karakterden tutun günlük dildeki aşağılayıcı kullanımlara kadar, taşıdığı cinsel kimliğin toplumda “yeri olmadığını”, “kabul görmediğini” hissedebilir. Cinsel kimliğini öğrenen başkalarının ona yaklaşım biçimlerindeki değişme nedeniyle ötekileştirilme duygusu yaşayabilir. Şüphesiz, kültürel sorunların şiddeti, toplumun bütün sınıfları içinde aynı şiddette yaşanmaz. Kültürel ötekileştirmeler, insanların fırsatlara erişiminin önüne engeller çıkartan sorunlardır. Cinsel kimliği nedeniyle işçi sınıfı içinde kültürel dışlamaya maruz kalanların önündeki hayat şansları, üst sınıflardakilere oranla çok daha kısıtlı olacaktır.

Eşcinsellerin modern dünyadaki algılanışları çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Bir taraftan gündelik ilişkiler düzleminde saldırı ve hakarete uğrarken diğer taraftan övülüp parlatıldıkları görülmektedir. Günümüzde iki tür eşcinsellik modelinin sistemin övgüsüne mazhar olabildiği görülmektedir. Bunların ilki apolitik gösteri modeli; ikincisi ise işçi sınıfı muhalefetini ikame etmek üzere öne çıkartılan kimlik siyaseti modelidir. Sistem, günümüzde toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara duyarsız kaldığı, kendisini cinsel kimliğinden ve işlevlerinden ibaret bir varlığa indirgeyerek kitlelere sunduğu müddetçe eşcinsellere övgüler yağdırmaktadır. Böyle tipler, sistemin medyası üzerinden cilalanmakta, rol modellerine dönüştürülmektedir.

Bu duruma Türkiye’den Zeki Müren örneği verilebilir. Müren, Türkiye’nin adım adım “küçük Amerika” haline getirildiği dönemlerde, toplumsal sorumlulukları olan ve bunun sonucu olarak da bir ciddiyeti ve ağırlığı olan kişilikli sanatçıdan, kolay kazanan rantiyerlerin vur patlasın çal oynasın kültürüne geçişi temsil etmişti. Hiçbir zaman toplumsal bir sorumluluğu olmadı. Halkın içine karışmadı. Gazeteci Ahmet Kahraman’ın İşte Biz adlı kitabında kendisiyle yapılan söyleşide “her gün bir kadınla yatağa girdiğim de oldu… 104 kadınla ilişkim oldu” diyordu. Pompaladığı kültür cinselliği tüketmekten ibaret idi. Meşhur olduktan sonra kendi kadrosunu kurdu. Sahnelere getirdiği “yenilik”lerden biri altına külot giymeden transparan kıyafet ile şarkı söyleyen Sevim Çağlayan’ı sahneye çıkarmasıydı.2 Buna rağmen Türkiye’nin eşcinsel örgütlenmeleri Zeki Müren’i övgüyle sahiplenmektedir. Onlara göre, Zeki Müren queer kimliğiyle kamuya mal olmuş, Türk toplumunun hegemonik erkeklik göstergelerine alternatifler yaratmış, cinsel normları istikrarsızlaştırmıştır.3 Bu yaklaşım, cinsel kimlik siyaseti savunucularının birinci model ile ikinci model arasında anlamlı bir ayrım yapmadıklarını göstermektedir. Müren’in eşcinsel olması yeterlidir. Eşcinsel olduğu ve cinsel kimliğine kamusal görünürlük kazandırdığı müddetçe kim olduğu ve neye hizmet ettiği önemli olmaktan çıkar. Salt taşıdığı insani kimliği, “sonraki mesele” olarak algılayıp ötelemeye hazır olan cinsel kimlik siyaseti, toplumsal, ekonomik  ve siyasal sorunlara cinsel kimliğin süzgecinden bakar. Bu bakış açısında Müren’in Cumhuriyet’in toplumcu kültürünü ve estetiğini küçük Amerika stratejisi doğrultusunda iğdiş etme sürecinin baş aktörlerinden birisi olarak palazlandırılması olgusu önemsiz bir ayrıntıya dönüşür.

Bu yazının konusunu ikinci modelin sistem tarafından övülmesinin siyasal anlamı oluşturmaktadır. Özellikle 1990’lardan sonra Amerikan sinemasında eşcinsellerin olumlama ile gösterildiği filmlerin sayısında bir artış gözlenmektedir. Arslan’a göre, bunun başlıca nedeni emperyalist sistemin, ideolojilerin öldüğü propagandasını tamamlayacak biçimde kültürel düzlemde eşcinsellere uyuşturucu bağımlıları ve fahişeler ile birlikte “ezilenler” payesi vermeye başlamasıdır.4 Cinsel kimlik siyasetinin savunucuları, eşcinsellik mücadelesinin, insanlık durumu ile ilgili hassasiyetleri de dikkate aldığını iddia etmektedirler. Onlara göre, cinsel kimliklerin özgürleşmesi mücadelesi gerçekte toplumsal özgürleşme mücadelesinin temelidir! Bu mantıkla, cinsel kimlik siyaseti, siyasi yelpazenin solunda yer alan bir iddia olmakla kalmaz, işçi sınıfının devrimci potansiyelini kaybettiği günümüz koşullarında solun özgürlük ütopyasını temsil eder.

Eşcinsellik ve sistem karşıtlığı
1960’lı yıllarda Batılı ülkelerde nükleer karşıtı hareket, ekoloji hareketi, ikinci dalga feminizm, anarşist karşı kültür hareketleri, hayvan hakları savunucuları, ırkçılığa karşı mücadele ve cinsel özgürlük hareketleri ortaya çıktı. Yeni toplumsal hareketler olarak nitelendirilen bu akımların, toplumsal  planda  işçi  sınıfı nı temsil eden geleneksel solu ‘aştığı’ iddia ediliyordu. Çünkü yeni toplumsal hareketlere katılanlar işçi sınıfı dışında yeni orta sınıfların da mensuplarını kapsıyor hatta üst sınıflardan da taraftar bulabiliyordu. Bu hareketler kendi sosyo-politik mücadele mecralarını yaratmışlardı. Sınıf siyaseti izleyen sol partilerin, yeni toplumsal hareketleri temsil etme yeteneği olmadığı savunuluyordu.

Bu dönemde eşcinsellik henüz cinsel yönelimlerinden dolayı ayrımcılığa uğramayı reddeden bir yurttaş hakları söylemi içinde gündeme getirilmekteydi. Eşcinseller, yönelimlerinin “hastalık” olarak görülmesine karşı çıkıyor ve tedavi adı altında çeşitli travmatik etkilere maruz bırakılmalarına karşı çıkıyorlardı. 1973’de eşcinsellik, Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından mental (zihinsel) bozukluk kapsamı dışına çıkarıldı. Bundan sonra eşcinsellerin mücadelesi daha da siyasallaşarak yeni bir aşamaya geçti.

Yurttaşlık hakları çerçevesinde yürütülen mücadele 1970’li yıllarda bir taraftan  radikal feminizmin ideolojik etkisi, diğer taraftan Michel Foucault’un iktidar ve beden analizi üzerinden mecra değiştirdi. Bu süreçte eşcinselliğin artık hastalık bir tarafa “sapma” olarak bile görülemeyeceği, aksine heteroseksüelliğin iktidar ilişkileri bağlamında insanlara ‘dayatılmış’ olduğu söylenmeye başlandı. Bir başka deyişle aslında cinsel açıdan ‘normal’ yoktu. Kadınlık ve erkeklik rolleri dayatmaydı. Bu rollere karşı çıkmak toplumun temellerindeki cinsel iktidar ve tahakküm ilişkilerine karşı çıkmak demekti. 1960’larda Yeni Sol hareketinin teorisyenlerinden Herbert Marcuse, Freud’un görüşleri ile Marksizmi sentezlemek suretiyle, kapitalizm ile erkek-egemen değerleri birleştiren analizler üretmişti. Buna göre sosyalizm, sadece kapitalizmin değil aynı zamanda erkek egemen kültürün saldırgan ve baskıcı niteliklerinin de aşılması olacaktı. Marcuse, feminizmin kadın-erkek eşitliği ile yetinmemesi gerektiğini söylüyordu. Erkek egemen kültür yıkılmalı, mevcut iktidar yapısı kadınlık değerleri üzerinden dönüştürülerek yeni ve eşitlikçi bir toplum kurulmalıydı. Bu görüşleri onaylayan radikal feministler, başlangıçta Yeni Sol hareketin içinde yer aldılar. Fakat bir süre sonra bu hareket içindeki erkeklerin kadınları küçümsediğini ve geleneksel erkek egemen davranışları sürdürdüklerini söyleyerek yollarını ayırdılar.

Radikal feministler kadınlık ve erkekliğin sabit konumlar olmadığını, anatominin kader sayılamayacağını savunuyorlardı. Kadın ve erkek bedenlerine sahip olmak, cinsel ilişkilerde kadın veya erkek olarak davranmakla özdeş değildi. Bedenlerin üzerine giydirilmiş toplumsal cinsiyet rolleri dayatmaydı. Radikaller, erkek egemen cinsel değerlerin etkisinden kurtulabilmek için o dünyanın cinsel dayatmalarından da kurtulmak gerektiği düşüncesiyle lezbiyenliği öne çıkardılar. Lezbiyenlik, erkeklik temelinde inşa edilmiş toplumun kurucu cinsel kodlarına temelden bir saldırıydı. Çünkü kadınların erkekler tarafından baskı altına alınabilmiş olmasının başlıca nedeni, heteroseksüel (karşı cinse ilgi duyan) cinselliğin kurumsallaşmış olmasıydı. Bir başka deyişle heteroseksüellik siyasi bir baskı kurumuydu. Martha Shelley’e göre, erkekegemen bir toplumda lezbiyenlik bir akıl sağlığı işaretiydi.5 Bu durumda lezbiyenlik aslında bir cinsel kimlik değil, yeni toplumun cinsel tahakküm ilişkilerinin temellerine yöneltilmiş devrimci bir siyasi tutum olmaktaydı. Feminist kadınlar, erkek faşizmine karşı mücadele ediyorlardı.

Radikal feministlere göre, toplumsal adalet, barış ve eşitlik gibi siyasal sorunların çözülenmemesinin altında cinsiyet baskısı vardı. Erkek-egemen değerler savaş, baskı ve hâkimiyet ilişkileri üretiyordu. Bu nedenle kadın kimliği merkezli yeni bir toplum kurulmadıkça, siyasal sorunlar asla çözülemeyecekti. Kadınlar ve erkekler özünde ‘farklıydılar’ ve temeli kadın değerleri ile kurulmamış hiçbir toplumun insanlığa barış ve  adalet  getirmesi sözkonusu olamazdı. Radikal feministlere göre savaşların, emperyalizmin ve ulus-devletin kaynağı erkek egemenliği idi. Kadınlar, tüm dünyada erkekler karşısında ezilen bir kast oluşturmaktaydılar. Bu durum gerçek bir insan toplumunun oluşmasını engelliyordu.  Bu cinsel çelişme bütün diğer sınıfsal veya ulusal çelişmelerden öncelikli idi. Cinsel gibi görünen aslında siyasaldı. Bu yüzden tecavüz, bir cinsel suç değil terörist bir suç olarak değerlendirilmeliydi. Tecavüz, egemen erkek kastının, kadın kastını siyasi olarak baskı altına alma eylemi idi.

Radikal feminizmin devrimci bir siyasal seçenek olarak eşcinsellik düşüncesi, 1980’li yıllarda Foucault’nun beden ve iktidar (biyoiktidar) teorisini de yedeğine alarak, toplumun yeniden örgütlenmesine ilişkin ideolojik bir meydan okumaya dönüştü. Foucault’ya göre, iktidar ve tahakküm ilişkileri sadece hukuksal düzlemde değil, toplumsal kurumlar ve gündelik hayat düzleminde de anlaşılmalıdır. Düzen, kendisini bedenlerimizin düzenlenmesinde ve cinsiyet ilişkilerinde de ortaya koyar. İktidar her yerdedir. İktidardan yayılan tahakküm ilişkileri toplumsal ilişkilerin her yerine sinmiştir. Bu durumda tahakküme karşı direniş de her yerde olmalıdır. Heteroseksüellik egemen iktidar ilişkilerinin bir dayatması olduğuna göre, eşcinsellik bir direniştir. 1990’larda ortaya çıkan queer teorinin dayandığı düşünsel zemin bu oldu. Eşcinsellik toplumsal yapı ve örgütlenmenin temellerindeki cinsel normlara yönelik “devrimci” bir tutumla özdeşleştirilmekteydi. Cinsellik üzerinden tanımlanan siyasal “ilericilik”, daha önce en azından sapkınlık olarak görülen cinsel yönelimlerin, gerçekte meşru varoluş halleri olarak nitelenmesine imkân sağlıyordu. Solun modern sanayi toplumunda ilerici bir rol atfettiği ‘işçi’lik statüsünün fahişelere de verilmesi sayesinde üretilen “seks işçiliği” sıfatı bu anlayıştan doğdu.

Fahişeliği, kadınların içine düşürüldüğü bir aşağılanma hali, bir cinsel kölelik durumu olarak değil, işçinin yaptığı türden meşru bir çalışma eylemi olarak kavramak, cinsel kimlik siyasetinin verisidir. İşçiler harcadıkları emek gücünün karşılığını alamayabilir ve sömürülebilirler. Ancak bir insan işçi durumuna ‘düşmez’. Oysa fahişelik, bir işçilik olayı değil, bir cinsel kölelik halidir. Fahişelik yapmaya zorlanmış ve toplumsal nedenlerle bu konumdan kurtulmaları son derece güçleştirilen kadınların, bu onur kırıcı durumdan kurtarılmaları gerekir. Fahişeliğe sürüklenmiş kadınların, utanmaları ve saklanmaları gerekmez. Hiçbir kadının fahişeliğe sürüklenemeyeceği koşulları yaratmayı hedefleyen bir siyasal akımın, bu kurumu meşru görme şansı yoktur. Sol fahişelik kurumu ile uzlaşamaz. Fahişeleri değil ama fahişelik kurumunu meşru göremez. Oysa “seks işçiliği” kavramı, sistem dışılığı cinsel kimliklerde arama anlayışının, cinsel köleliği “özgürlükler” kapsamına sokmasının örneklerinden biridir.

1990’larda cinsel kimlik siyaseti, farklı bir söylem geliştirdi. Çokkültürlülük ve kimlik siyasetinin toplumsal bütünleşme karşısında duyarsız olduğunun anlaşılması, daha bütünleştirici ve kapsayıcı siyasetlerin üretilmesini teşvik ediyordu. Eşcinselliğin savunusundan hareketle üretilebilecek kapsayıcı ve bütünleştirici bir söylemin nasıl olabileceği sorusuna verilen cevaplar queer teori başlığı altında toplanmaktadır. Bu söylem, radikal feminizmin mirasını sahiplenir. Dolayısıyla cinsel kimliğin bedenle ilişkili olmadığı, cinsel yönelimlerin biyolojik yapıya ve cinsel uzuvlardan hareketle tanımlanmış kadınlık ve erkeklik rollerine indirgenemeyeceğini savunur.

Queer teorinin kurucularından Judith Butler’a göre; kimlik siyasetinin daraltıcı kapsamından kurtulabilmenin yolu, cinsel kimliklerin heteroseksüel iktidar ilişkileri tarafından belirlenmiş sınırlarının ihlal edilmesi, istikrarsızlaştırılması, böylece cinsel kimliklerin anlamsızlaştırılmasıdır. Zeki Müren’in erkek kimliği için yaptığı türden cinsel kimliklerin sınırları ihlal edilirse kimlik siyaseti yapılmamış olacaktır çünkü kimliksizlik hali oluşacaktır. Biyolojik açıdan kadın ve erkek bedenleriyle doğduğumuz için değil, sosyalleşme sürecinde kadın veya erkek olmayı öğrendiğimiz için böyleyizdir.6 Toplumsal cinsiyet rolleri kültüreldir ve kültür üretim tarzlarına bağlıdır. Kadınların ve erkeklerin oynadıkları cinsel roller, beden stratejileri vb sınıflı toplumların ihtiyaçlarına uygun olarak imal edilmiştir. O halde cinsel roller tarihseldir. Mutlak değildir, yapaydır, değiştirilebilir ve silinebilir yapılardır. Buradan hareketle, aynı mantığa göre, eşcinsellik de bir sapma değil, bir imkândır. İnsanlar heteroseksüel ya da homoseksüel olabilirler, bedenin cinsel işlevleri heteroseksüaliteye indirgenemez. Heteroseksüel kimliklerin norm haline dönüştürülmesi, insanın bedenine ve cinselliğine yabancılaşmasına yol açmıştır. Eşcinselliği de kapsayan queer konumu yabancılaşmanın aşılmasıdır. Foucault’nun, kimliksizliğin kendisini en iyi eşcinsellikte dışa vurduğunu söylemesi, queer teorinin kimlik siyasetine karşı çıkma iddiasının sınırlarına işaret ediyor görünmektedir. Queer yaklaşım, son tahlilde eşcinsel kimliğin meşrulaştırılması amacından daha uzağa gidememiştir.

“Tüketim Kültürü” ve cinselliğin metalaştırılması
Cinsel kimlik siyasetine atfedilen ilerici rolün teorik kaynaklarına ilişkin tartışmada göz ardı edilmemesi gereken bir husus daha bulunmaktadır. Eşcinselliğe feministler ve queer’ler tarafından ne kadar sistem dışı bir anlam yüklenirse yüklensin, Batı’da kapitalist-emperyalist sistemin üretimden kopması ile ilgili arka plan bağlantısı dikkate alınmadığı takdirde, kimlik siyasetinin sistem tarafından neden öne çıkarıldığı anlaşılamaz.

İnsan soyunun üretimi olarak cinsellik hayata bağlılık duygusuyla ilintilidir. Bütün büyük savaş, kıtlık ve afet dönemlerinden sonra doğum oranlarında bir patlama (baby boom) yaşanır. Büyük krizlerin ardından hayat yeniden inşa edilmeye başlandığında, geleceğe duyulan güvenin bir dışavurumu olarak, hayatın yeniden üretimi anlamına gelen doğumlar da artar. Bunun tersi de doğrudur. Hayatın üretimini sürdürmenin koşulları ortadan kalktıkça doğumlar azalır. Sistem, insan hayatına yabancılaştıkça, insanlar arası ilişkilerde de yabancılaşma üretir. Tarih boyunca eşcinselliğin, devletlerin ve sistemlerin çöküş dönemlerinde yükselişe geçmesinin başlıca nedenlerinden biri budur. Bu bağlamda 20. yüzyılın son çeyreğinde maddi üretimden koparak rantiyer sermayenin denetimine giren kapitalizmin, insanoğlunun kendisini yeniden üretmesi ile ilişkili tüm süreç ve kurumlardan da kopmaya başladığı söylenebilir.

Azami kar elde etme güdüsü üzerine temellenen kapitalizm, her şeyi metalaştırmaya yönelir. Cinsel kimliğin metalaşması, özünde kapitalizmin işleyiş mantığının bir uzantısıdır. Kadın cinselliğini metalaştırmak yoluyla erkeklerin tüketim iştahları kamçılanmış ve ortaya çıkan aşırı üretime talep yaratılmıştır. Özellikle 20. yüzyılda ortaya çıkan Fordist tüketim kalıpları içinde, pantolondan otomobile kadar her şey, kadın cinselliği üzerinden pazarlandı. 20. yüzyıl kadınlar açısından çeşitli hakların kazanıldığı bir dönem olsa da özellikle yüzyılın son çeyreğinde metalaştırılmada daha saldırgan bir anlayışın hedefi oldular. Üretimden koparak dönüşen sistem, cinselliğin üretime bağlı metalaştırılmasından üretimden kopuk metalaştırılmasına doğru evrildi. Bir başka deyişle Fordist döneminde kadın cinselliğinden yararlanarak mal ve hizmet pazarlama düzeyinden neoliberal dönemde doğrudan doğruya cinsel özgürlüğün metalaştırılması düzeyine geçildi. Kadınların reklamlarda çeşitli mal ve hizmetlerin tüketilmesini kamçılayan arzu nesneleri olarak sunulması devam ettirildi, fakat buna ek olarak bizatihi kendilerinin tüketim nesnelerine dönüştürülmesi söz konusu oldu. Cinsel haz, sevgi, bağlılık ve aşk ilişkilerinden kopartılarak, tüketicilerin “beğenisine” sunulmaya başlandı.

Tüketim toplumunda bedenin ve cinsel hazzın tüketim nesnesine dönüştürülmesi, cinsel kimlik siyasetini iki açıdan beslemektedir. Birincisi, cinsel indirgemeciliğin önünü açmak şeklindedir. Cinsel kimliğine indirgenmiş insanlar için cinsiyet bir veri olmaktan, kişinin kendisini gerçekleştirebileceği bir alana, beden ise bunun mekânına dönüşmektedir. Böylece ailesinin desteğini aldığı için porno sektöründe “başarılara imza atan” genç kıza; bedeninde geri dönülmez tahribatlar yaratarak onu bir tabloya dönüştürdüğünü söyleyen sanatçıya veya topluma kendisini her şeyden önce bir “eşcinsel” olarak sunan kimseye ulaşılmaktadır. Cinsel kimlik ve bedenin, insani potansiyelin gerçekleştirilme alanı ve imkânı olarak sunulmasının gerçekte insanları cinsel yönelimlerine ve bedenlerine indirgemek olduğu gözden kaçırılmaktadır.

Topluma cinsel indirgemeciliğin dayatılması, özel olarak neoliberalizmin sisteme karşı muhalefeti denetim altına alma ihtiyacı ile örtüşmektedir. Sosyal refah devletinin tasfiyesi, siyaseti piyasa ekonomisinin ihtiyaçları karşısında etkisiz elemana dönüştürdü. Piyasanın serbest işleyişinin her tür sorunu çözeceğine duyulan iman, siyaseti basit bir teknik faaliyet haline getirdi. Yürütme güçlendirildi, yasama gözden düşürüldü. Kitlelerin siyasal kararlara katılmasına izin veren demokratik mekanizmalar devre dışı bırakıldı.

Muhalefetin denetim altına alınması stratejisinin iki uygulama düzlemi bulunuyordu. Birincisi geniş kitleleri muhafazakârlaştırmak, ikincisi ise bedeni ve cinsel hazzı metalaştırıp kamusallaştırmaktı. Neoliberalizm dönemi, antidemokratik bir dönemin karakteristik özelliklerine uygun bir şekilde cinselliği öne çıkardı. Kitlelerin devrimci enerjisini içe döndürmenin en iyi yollarından biri de cinsel kimliklerin öne çıkmasının teşvik edilmesiydi. Sisteme yönelik örgütlü ve programlı muhalefetin yerini kendi bedenine ve cinselliğine geri çekilmiş, oradan muhalefet yapan ve  bunu yaparken ‘kişisel olanın politik olduğunu’ düşünerek avunan insanlardan oluşan yeni tipte bir ‘muhalefet’ inşa edildi. Günümüzde muhafazakârlık ve cinsel tüketicilik, toplumsal denetimin birbirini tamamlayan iki veçhesi olarak çalışmaktadır.

Cinsel  kimlik  siyasetini   besleyen   ikinci nokta, kadın bedeninin  tüketim  nesnesi ne dönüştürülmesinin, erkek egemen bir toplumda bedenin kazandığı anlamın değişmesi ile bağlantılıdır. Bu haliyle tümüyle yeni bir olgudan söz etmiyoruz. Çünkü geçmişte de kadın-erkek eşitsizliğinde uç noktalara giden bütün toplumlarda aşk, ancak erkekler arası bir imkân olarak yaşanabilmiştir. İnsanlık kategorisinin aşağılarına sürülen ve erkek insanla hayvanlar arasında bir yere konumlandırılan kadında aşık olunacak bir duygusal ve düşünsel zenginlik bulamayan erkekler birbirlerine yönelmişlerdir. Böyle toplumlarda cinsel aşk, özellikle aristokrat tabakalar arasında erkeklerin birbirlerine duydukları bir  ilgi  biçimine dönüşebiliyordu. Bugün tüketilebilir kadın bedeni imajının aşk, sadakat ve bağlılık gibi duyguları gerçekte nasıl imkânsız hale getirdiğine ve aşk tahayyülünün nasıl oluşturulduğuna ilişkin popüler kültürden bir-iki örnek vermek açıklayıcı olabilir.

Daha kaç vücut gerek bana
Benim seni unutmama (Teoman, Senden Önce Senden Sonra)

İç tüm şaraplarını, bu dünyanın
Kay ıslak güvertelerinde bütün güzel kadınların (Teoman, Rapsodi İstanbul)

Belki de birkaç beden önceydi
Senle son sevişmemiz (Gökhan Tepe, Birkaç Beden Önce)

Çekeceğin var elimden, alacaklıyım teninden (Murat Dalkılıç, Bir Güzellik Yap)

Bu şarkı sözü örnekleri, kişinin bedenine indirgenerek algılanması halinin dışavurumları olarak okunabilir. Erkekler için birlikte olduğu diğer kadınlar, tüketilip atılan birer bedene dönüştürülmüştür. Adları, kişilikleri ve kimlikleri yoktur. Bedenleri tüketilmiştir hepsi bu. Görünüşte aşk acısı çeken kişinin, tüketilmiş diğer bedenlerin bile unutturamadığı bir aşkı varmış gibi durmaktadır. Ancak başkalarının bedenlerine bu denli yabancılaşmış birinin, âşık olduğunu zannettiği kimsenin şahsında aşkı tüketmekten başka bir beklentisinin olup olmadığı meçhuldür. Günümüzde popüler kültür, pornografi ve reklam sektörü elbirliği halinde kadın-erkek ilişkilerinde ezen–ezilen ilişkisini yeniden kurmaktadır. Böylece kadınların erkekler tarafından ezilmesinde ikinci perdeye ulaşılmaktadır. Kamusal ‘ürün’ haline getirilmiş, cinsel açıdan özgürleştirilmiş ve böylelikle erkeklerin tüketim nesnesine dönüştürülmüş kadın... Tüketim toplumunda cinsel ilişkiler bir kez daha ve bu kez yeni toplumsal koşullarda bir eşitsizlik ve mülkiyet ilişkisine dönüşür. Ancak bu kez geç modernite koşullarının sağladığı bir değişiklik vardır: Aşkın imkânsızlaştırıldığı bir cinsiyetçi örgütlenme sonucu ilkçağ ve ortaçağın aristokrasisinde görülen eşcinsellik bu kez avamlaşmış olarak alt tabakalara doğru yayılmaya başlamıştır.

Eşcinsellik Batı’da adeta bir patlama dönemi yaşıyor. Bu cinsel yönelim patlamasının nedenini, geniş kitlelerin heteroseksüel deneyimin yeterince haz vermediğini  düşünme ye başlamalarında aramak doğru görünmüyor. Gerçekte eşcinsellerin sayısında bir artış olmadığı, sadece kendilerini daha özgür ifade edebildikleri için eskiden gizli olanın şimdi açığa çıktığını söylemek de gerçeği tam olarak yansıtmaz. Son iki yüz yıl içinde insan biyolojisinde önemli bir değişiklik olmadığı halde son on yıllarda eşcinselliğin sistem tarafından neredeyse bir modaya dönüştürülmüş olmasının, biyolojik değil, toplumsal ve kültürel nedenlere bağlı olduğu söylenebilir.7

Tüketim toplumunun egemen kültürü, insanların tüketme-merkezli düşünmesi, tükettiği ölçüde mutlu olması, hayatının amacını daha yüksek tüketim standartlarına ulaşmak olarak tanımlanabilir. Bu kültür cinsel ilişkilere uygulandığında, cinsel haz da bir tüketim olgusuna dönüşür. Ancak tüketme-merkezli düşüncenin en önemli sorunlarının başında tatminsizlik duygusundan kaçamama gelmektedir. Çünkü insanlar belli bir tüketim standardına ulaştıkları ve bu seviyeyi garanti altına aldıkları anda yeni ve daha farklı olana ulaşmayı mutluluğun bir sonraki adımı olarak tanımlamak zorundadırlar. Tatmin çıtası sürekli yükseldiğinden, ancak yeni deneyimlere, farklılıklara doğru yükseldikçe karşılanabilir. Bunun cinsel tüketim açısından anlamı, cinsel ilişkide doyum çıtasının sadece cinsel ilişkiye ulaşmakla geçilemeyeceğidir. Cinsel tüketicilik, yeni cinsel tecrübeler gerektirir. Cinsel hazzın tüketildiği bir kültürde tüketimin nesnesine cinsiyet bariyeri konamaz. Haz vadettiği müddetçe hemcins bedenleri de tüketilmelidir. Kişi sürekli aynı metaı tüketirse bir süre sonra marjinal fayda eşiği aşılacağı ve başlangıçta haz veren şey artık acı vermeye başlayacağı için çeşitlenme şarttır. Erkek egemen kültür koşullarında cinsel özgürleşme, tüketim toplumunun ihtiyaçlarıyla birleştiğinde, önce erkeklerin kadın bedenlerini tüketmesi, ardından hemcinslerin birbirlerinin bedenlerini tüketmesi biçiminde ortaya çıkar.

Cinsel kimlik ve özgürlük
Cinsel kimlik sorunu ile özgürlükçülük ilişkisine dair bir tartışmada, iki farklı özgürlük kavramsallaştırmasını birbirinden ayırma ihtiyacı vardır. Gerek liberalizm gerekse sosyalizm, Aydınlanma çağının mirasçısı olduk ları için, özgürlükçü bir toplumsal düzenden yanadırlar. Prensip olarak her iki akımda da bireylerin kendi kararlarını verdikleri ve kendi hayatlarını seçtikleri bir düzenin kurulması esastır. Dolayısıyla bireylerin cinsel kimlikleri üzerinde toplumsal denetim  kurulamayaca ğı ve kısıtlama yapılamayacağı  kabul  edi lir. Fakat solun toplumsal özgürlük anlayışı, liberalizmin özgürlük anlayışından farklıdır. Gerçekte sol ve cinsel kimlik siyasetinin aynı düzlemde yer aldığı iddiaları, liberalizmin özgürlükçülüğünü sola teşmil etmekten doğmaktadır.

Solun özgürlük anlayışı açısından amaç, insanı insan yapan yaratıcı yeteneklerin önündeki toplumsal engellerin kaldırılmasıdır. Sınıfsal eşitsizlikler, siyasal, kültürel ya da toplumsal eşitsizlikler, sınıflı toplumun tarihi boyunca insanların fırsatlara erişmesini engellemiştir. İnsan, ancak toplumsal ortam içinde insanlaşabilir. Oysa toplumun eşitsizlikçi bir biçimde örgütlenmesi, bireylerin insani yetenek ve potansiyellerini keşfetmelerini ve geliştirmelerini engeller. Bundan dolayı özgürlük, insanlaşmamızın önündeki engellerin kaldırılması demektir. Liberal özgürlük anlayışında ise özgürlük kişisel mülkiyetin uzantısı olarak anlaşılır. Liberaller, iktisaden yaptıkları “kıt kaynaklar” varsayımını, özgürlükler düzleminde de sürdürürler. Özgürleştirici imkânlar (kaynaklar) kıt olduğu için, herkes kendi özgürlük alanını, diğerlerine karşı korumak zorundadır. Bireysel açıdan özgürlüğe ulaşmak, başkalarından kendini korumakla ve başkalarına “rağmen” olabilecek bir şeydir. Birey, başkalarının özgürlük adlı mülkiyetine dokunmadığı müddetçe her ne istiyorsa onu yapabilir. Liberaller, toplumu tek tek özgür bireylerin aritmetik toplamı olarak algıladıkları için, insani özgürleşmenin toplumsal bağlamını görmezden gelmişlerdir. Atomize bireylerin serbest davranışları, insani gelişmenin önündeki engellerin ancak bir kısmını kaldırabilir. Oysa sınıfsal ve toplumsal engeller yerinde kalır.8 Dolayısıyla sol açısından liberalizm, özgürlüğün toplumsal bağlamdan kopartılarak aşırı basitleştirilmiş bir yorumunu savunur.

Cinsel kimlik ve özgürlük meselesine bu açıdan bakıldığında, gerçekte bireysel  cin sel kimliklere istenen özgürlüğün, sol değil liberal bir bakış açısına oturduğu anlaşılır. Eşcinselliğe kamusal bir kimlik kazandırmanın ve bu amaçla toplumun cinsel açıdan  yeniden örgütlenmesi talebinin, insani gelişmenin önündeki engellerin kaldırılması ile bir ilgisi yoktur. Kültürel bir eşitsizlik biçimi olarak eşcinselliğin durumu, farklı sınıflara mensup eşcinsellerin, insani gelişme açısından farklı sınıfsal imkânlara sahip oldukları gerçeğini değiştirmez. Her zaman avantajlı sınıflara mensup olanlar, insani gelişme ve özgürleşme açısından, işçi sınıfına göre daha geniş maddi-manevi koşullara sahip olmuşlardır. Öte yandan eşcinsel yönelim ne kadar kamusal meşruiyet kazansa da, bir insanın cinsel kimliği, onun haz beklentisi ve yönelimi dışında çok az yaratıcı potansiyel sağlar. Bir insanın kendisini kadınlık, erkeklik ya da eşcinsellik üzerinden gerçekleştirebileceği iddiası, bütün insani varoluşu cinsel yönelime indirgemekten başka bir anlam taşımaz. Şüphesiz özgür bir toplumda isteyen kendisini bu şekilde de tanımlayabilir: Ben sadece ve/veya öncelikle bir erkeğim/kadınım/lezbiyenim/travestiyim vs. Ancak kendisini cinsel hazzına indirgemiş bu insanı bir model olarak almak ve buradan hareketle özgür bir toplumsal düzen hedeflemek, solun tahayyülü içinde yer almaz.

Solun eşcinseller için talep ettiği özgürlük, her bireyin kendi özgür tercihlerini yapabildiği bir düzen temelinde, cinsel yönelimin kişisel tercihlere bırakılmasını esas alır. Bundan fazla olarak, hiç kimsenin başkalarını cinsel yönelimleri nedeniyle aşağılaması, etiketlemesi, ötekileştirmesi kabul edilemez. Bir kimsenin farklı cinsel yönelimi nedeniyle, insani potansiyelini geliştirmesi ve kendisini gerçekleştirmesinin önüne ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal engeller çıkartılamaz. Eşcinsellik, kişinin kendi özgür hayatı ile ilgili bir kişisel meseledir. “Kişisel olan politiktir” şeklindeki cinsel kimlik sloganı, tüm diğer toplumsal bağlamından kopartıldığı için ve sürece geçersizdir. Çünkü kamusal alana kişisel yetenek ve özellikleriyle çıkan bir kimsenin cinsel kimliği, onun kamusal kimliğine katkı yapmaz. Örneğin bir sanatçının salt eşcinsel olma niteliğiyle dünyanın veya ülkesinin sanatsal üretim tarihinde herhangi bir karşılığı yoktur.9 Ya da bir siyasetçi salt lezbiyen ya da gay olması hasebiyle enflasyonla daha iyi mücadele edemez ya da işsizlik sorununu çözemez. Hiçbir meslek grubu mensubu, salt eşcinsel olmakla o mesleği daha iyi veya kötü icra edemez. O halde cinsellik, bireylerin özel alanına ait bir meseledir ve solu ilgilendiren boyutu, bu cinsel kimliğin dışlanmak, ezilmek vb üzerinden bireyler üzerinde özgürleşmeyi engelleyici bir baskının nesnesi olup olmadığıdır.

Cinsel politika ve Sol
Cinsel kimlik ve buna bağlı sorunların, sosyalist akım tarafından öncelikle çözülmesi gereken sorunlar arasında görülmediği ortadadır. Bu durum zaman zaman ucu açık yorumların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra ortaya çıkan “kahrolsun ayıp” hareketi veya “bir bardak su” söylentisi bu durumun klasik örnekleri arasında gösterilebilir. Devrimden sonra sosyalizmin getireceği özgürleşme beklentisi, cinsellik düzleminde burjuva ahlakının aşılması tezleriyle birleşince, bazı kesimlerde çıplaklığın övgüsüne ve serbest cinsel ilişkiler kurma beklentisine yol açmıştı. Bu çevrelere göre insan bedeni doğal bir şeydi. Onun kapatılması ve gizlenmesi sınıflı toplum düzeninin yarattığı doğaya aykırı bir ahlaki değer sisteminin eseriydi. Eski topluma ait ‘ayıp’ kavramından kurtulmak gerekiyordu. Kamusal alanlarda çırılçıplak gezinmek veya sevişmek doğal olana uygundu. Bazıları ise sosyalist toplumda cinsel arzuyu tatmin etmenin adeta “bir bardak su” içmek kadar kolay olacağını düşünmüşlerdi. İsteyen herkesin sadakat, kıskançlık vs burjuva toplumun ‘ağırlıkları’ olmaksızın istediği kimse ile anlık cinsel ilişkiler kurabileceği fikrini yayıyorlardı.

Sovyet rejiminin önde gelen kadın aktivist ve aydınlarından Alexandra Kollontai, başlangıçta sosyalist rejimde serbest aşk ilkesinin hayata geçmesi gerektiğini savunmuştu. Kollontai’ye göre, kadınlar ve erkekler birbirlerini kıskanmaksızın ve karşılıklı anlayış içinde gönüllerinden geçen herkesle özgür cinsel ilişkiler kurabilmeliydiler. Rus devriminin önderleri, yeni bir rejim inşa etmenin gerektirdiği öncelikler arasında bu tür tartışma ve hareketleri başta çok önemsemediler. Ancak bir süre sonra bu tür düşünce ve davranışların devrimci bir ahlakın yansıması değil aksine bir yozlaşma göstergesi olduğunu gördüler. Komünist Parti’nin 1925’te toplanan 14. Kongresinde Buharin, bu tür hareketleri gençliğin ahlaki yozlaşma örnekleri olarak mahkûm etti.10 Parti’den yapılan uyarılar karşısında Kollontai görüşlerini değiştirmek durumunda kaldı.

Gerçekte solun cinsel kimlik ve politika konusuna öncelikli olarak bakmaması, bu konuda hiçbir şey söylenmediği  ve  büyük  bir boşluk olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü Marks, Engels ve Lenin gibi teorisyenler, cinsel sorunları daha genel sorunların parçası olarak düşünmüş ve çözümünü bu sorunlar bağlamında ele almışlardır. Temel nitelikteki sınıfsal çelişkilerin çözülmesinin, cinsel baskı ve eşitsizliklerin ortadan kalkmasının koşullarını yaratacağını öngörmüşlerdir. Örneğin Engels, sosyalist toplum düzeninde tek eşliliğin ortadan kalkmayacağını belirtir. Ortadan kalkacak olan erkeğin üstünlüğü ve evliliğin sadece erkek egemen bir kurum olarak işlemesidir. Bu toplumda cinsel ilişkiler sadece o kişileri ilgilendiren ve toplumun müdahalesinin dışına çıkarılmış bütünüyle özel ilişkiler haline dönüşecektir.11 Dolayısıyla “kahrolsun ayıp” hareketinin veya Kollontay’ın savunduğu serbestlik düşüncesi, Engels’in bahsettiği cinselliği bireyler açısından ‘mesele’ olmaktan çıkarmak, cinsel baskı, zorlama ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmak gibi amaçlarla çelişmektedir. Çünkü diğer iki yaklaşım cinselliği sıradanlaşmak ve sorun olmaktan çıkarmak yerine kamusal alana taşımaktadır. Engels’in çizdiği çerçeveden bakıldığında, Kollontay’ın özgürleşmeyi cinsel kuralsızlaşma olarak anladığı görülmektedir. Aradaki fark, cinsel açlık duygusunun tüketici bir şekilde giderilmesi  ile cinselliğin kişiselleştirilmesi ve özgür irade meselesi haline getirilmesi farkıdır.

Lenin’in bakış açısı meseleyi anlaşılır kılmak açısından katkı sağlamaktadır. Lenin mutlak biçimde ve ısrarla cinsel sorunlara gömülen kişiler için “kendi göbeğini hayranlıkla seyreden Hint fakiri” benzetmesini yapar. Bu tür insanlara kuşkuyla yaklaştığını belirten Lenin, kişisel sorunları toplumsal  sorunla rın önüne çıkarma tutumunu devrimci kapsamın dışına çıkarır. “Bir bardak su” türünden görüşlere karşı çıkarak çilecilik ile dizginsiz şehvet uçlarına savrulmamış dengeli bir cinsel anlayışı savunur. Lenin’e göre gençler spor, jimnastik, gezintiler, değişik manevi uğraşlar, inceleme, analiz ve araştırma faaliyetleri yapmak suretiyle kendilerini gerçekleştirmeyi hedeflemelidirler. Cinsel ihtiyaçlar karşısında ne keşiş gibi çileci ne Donjuan gibi tüketici bir tavır alınmalıdır.12

Cinsellik, temel meselesi insani potansiyelinin sınırlarına kadar geliştirmek suretiyle kendini gerçekleştirmek olan yeni insan açısından tümüyle bireysel bir meseleye dönüşmelidir. Toplumun cinsiyetçi örgütlenmesi nedeniyle kadınların ve erkeklerin üzerlerindeki baskılar ortadan kalktıkça, cinsel ilişki ve yönelimler, özgür insanların toplumsal denetim ve baskısının ötesindeki bireysel meseleler haline gelecektir.

Geleneksel sol bakış açısından, insanın üretici kimliğinden kaçması ve kendisini topluma kazanılmış statüleri yerine bireysel bir meselesi olan cinsel kimliği ile sunma çabasına saygı duyulmaz. Bir insanın kendisini topluma salt cinsel kimliği ile sunması asalaklık arayışının sonucudur. Attila İlhan, endüstri-sonrası olarak nitelediği Batılı toplumlarda, sınıflar arası hareketliliğin sıfıra indiğini, zenginliğe erişmenin meşru kanallarının büyük ölçüde kapanmasının yeni kuşaklarda bir hayal kırıklığına neden olduğunu belirtmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu toplumlarda genç kuşaklar kendilerini mutlu bir geleceğin beklediği konusunda kuşkuya düştüler. Bu karamsarlık örgütlenmiş kaçış hareketlerini tetikledi. Gençlik altkültürleri olarak beatnik ve hippi hareketleri, uzakdoğu tarikatlarına yönelme ve cinsel azınlık hareketleri bu bağlamda anlaşılmalıdır.

İlhan, özellikle hormonal dengesi buna izin verenler arasında karşı cinsiyete kaçış eyleminin, üretici işlevden ve bu işlevin bireye yüklediği gerilimden kopmanın en uygun yolu olarak görüldüğünü belirtiyor.  Eşcinsel ya da trans olan kişi üreticilikten tüketiciliğe, İlhan’ın deyimiyle asalaklığa transfer olmaktadır. Benzer bir biçimde kendini öne çıkarılmış bir cinsel kimlik ile topluma sunan ‘dişi, vamp, şuh vs’ kadın türü de asalak yaşam arayışının örneğidir. Türk toplumu gibi henüz sınıflar arası geçiş kanallarının tümüyle kapanmadığı görece dinamik toplumlarda eşcinsellik ve türevleri bir sınıf atlama trampleni olarak görülmektedir. İlhan’a göre, “erkek kılığıyla yaşasa ancak fırıncı çırağı, muslukçu ya da pabuç boyacısı olabilecek bir genç, itici olmayan bir travesti görüntüsü yakalayabilirse, bar kızı, oryantal dansöz, şarkıcı derken, -eğer tabii, fuhuş endüstrisinin dişlilerine takılıp, ufalanmamayı becerebilirse-, günün birinde hem ün kazanabilmekte, hem ‘köşeyi dönebilmektedir.”13

Yukarıda çizilen çerçeveden bakıldığında, “solcular eşcinsellerle birlikte mücadele etmeli mi” sorusunun meseleyi yanlış koymaktan kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır.14 Sol politika, insan ilişkilerinin özgürlük ve eşitlik temelinde kurulması, üretici güçlerin geliştirilmesi, sosyal refah vb gibi ilkeleri içeren bir toplum projesini savunur. Eşcinsellik ise bireysel bir yönelimdir. Eşcinsellik temelinde yürütülen ve heteroseksüel kimliklerin anlamsızlaştırılması yoluyla iktidar ve tahakküm ilişkilerinin ortadan kalkacağı şeklindeki queer iddia, solun sınıf temelli ideolojik çerçevesinin yerini alma iddiasındadır. Cinsel kimlik siyaseti yapanların sadece kimliklerini özgürce ifade edebilmekten daha fazlasını talep ettikleri yeterin ce vurgulandı. Bu nedenle kimlik siyasetinin iktidarı, ‘sistem’i ve dolayısıyla solu yeniden tanımlamaya yönelik hegemonik girişimine solun nasıl bir cevap vermesi gerektiği sorusu daha anlamlıdır. Sol, toplumun cinsel açıdan yeniden örgütlenmesi talebine destek vermeli midir?

Eşcinsel kimliği temelinde yürütülen mücadele, eşcinsellerin kamusal kimlik kazanma mücadelesidir. Kadınlık ve erkeklik gibi eşcinsel kimlik de kamusal açıdan tanınır kılınmaya çalışılmaktadır. Bunun sonucu  tüm  kamu sal düzenlemelerde meşruiyet ve görünürlük kazanmak olacaktır. Bireylerin kendi insani varoluş biçimlerini kamusal alana cinsel kimlikleri üzerinden taşımalarına saygı duyulmasını talep etme hakları vardır. Ancak bu talebin solun özgürlük ve kendini gerçekleştirme anlayışı ile bağdaşmadığı bir gerçektir. Çünkü kadınlık ve erkeklik de dâhil olmak üzere, cinsel pratiklerle belirlenen cinsel kimliklerin, “onur” duyulması gereken olgular olduğu iddiası özünde muhafazakâr bir konumlanmaya tekabül eder.

Kimlik siyasetlerinin temeli olan ‘fark’ vurgusu, özünde muhafazakâr bir ruha sahiptir. Solun farklılıklara bakış açısı, farkların reddedilmesi değildir. İnsanlar arasındaki farkların farkında olmakla birlikte, sol iyi bir ortak yaşam kurabilmek amacıyla insanları birleştiren unsurları öne çıkarır. Burada amaç herkesin eşit olduğu bir toplumu kurmak değil, insanların birbirlerinden ayıran farklılıklar yerine eşit ve ortak kılan noktaları yüceltme, eşit olmayanları daha eşit hale getirme, toplumsal bütünleşmeyi ve dayanışmayı vurgulama, toplumu insanların özgürlüğüne engel olan bir ortam olarak değil, özgürlüklerin gerçekleşebilmesinin ortamı olarak düşünmedir.15 Oysa eşcinsellik üzerinden ilerleyen bir fark politikası, insanları birleştiren ortak noktalar yerine farklılaştıran ayrım noktalarının altını çizer.

Türkiye’de Sol ve eşcinsel hakları
Yeni toplumsal hareketlerin ve bunun bir parçası olarak eşcinselliğin toplumsal muhalefetin yeni zemini olarak görülmesi eğilimi Türkiye’ye sivil toplumculuk akımı ile birlikte 12 Eylül sonrasında geldi. Darbenin solun geniş kesimlerinde yarattığı yenilgi psikolojisi, devlete karşı mücadelenin öncelikli olması gerektiği anlayışını besledi.  Buna göre  sol  ne kadar güçlenirse güçlensin, devlet sivil toplum üzerindeki hegemonyasını sürdürdüğü müddetçe, istediği anda düdüğü çalıp siyaset oyununu tatil edebilecekti. O halde öncelikli mesele devleti küçültmek ve etkisizleştirmek, sivil toplumu büyütmek ve tahkim etmekti.

Sivil toplumcu stratejinin bakış açısına göre, devlet bağlamındaki her şey kötü, sivil toplum bağlamındaki her şey iyi idi. Bu anlayış sınıfsal çözümlemenin yerine devlet-toplum çelişkisini ikame etmekle kalmıyor, devleti küçültmeyi vadeden Özalcı liberalizmle ve devlete karşı sivil toplum safında gördüğü İslamcılıkla ortak amaçlarda buluşuyordu. Özal, sosyal devleti yıkmak için devleti küçültmeyi savunuyordu. İslamcılar ise 12 Eylül’ün kendilerini de yenilgiye uğrattığını düşünüyor ve sivil toplumun inisiyatif kazanması halinde yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir toplumda bu işin kendi lehlerine olacağı hesabını yapıyorlardı. Sivil toplumcu sol açısından, sivil toplum alanına ait oldukları için Özalcı devletin küçültülmesi hareketi de, dincilik de, kimlik siyasetleri ve bu arada eşcinsellik türünden yeni muhalefet alanları da makbuldü.

Sivil toplumcu sol, 1990’larda kitlesel bir siyasi partiye dönüşemedi. 1990’ların ikinci yarısında ortaya çıkan ÖDP’ye bağlanan umutlar birkaç yıl içinde tükendi. 1990’larda Kürt milliyetçi partileri de kimlik siyasetine doğru kararlı bir yönelime girmişlerdi. Sivil toplumcu “sosyalist sol”un dolduramadığı alanı, etnik kimlik temelinde siyaset yapan partiler doldurmaya başladılar. “Kürdistan”ın emperyalist bir devlet olan Türkiye tarafından sömürüldüğü şeklindeki teorik dayanak, Kürt milliyetçi partileri açısından sivil toplumcu devlet-toplum çelişmesine dayalı bakış açısını sahiplenmeyi mümkün kılıyordu. Kürt milliyetçiliği, Batı’yı Türk devletine karşı mücadelesinde bir müttefik olarak görmekteydi. Küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu, insan haklarını gerçekleştirmek için Batılı devletlerin başka devletlere müdahalesinin olağan olduğu türünden görüşler, Avrupa Birliği’ni savunmayı mümkün kıldı. Böylece etnik ayrımcılık, cinsel kimlik siyasetini de kapsamasını sağlayacak bir ‘açılım’ yaparak, HDP’nin programında ifade edilen kimlikler konfederasyonu hedefine ulaştı.

Günümüzde LGBT’ler aralarında AKP ve MHP’ye oy verenler olmakla birlikte16 kurumsal düzlemde büyük çoğunluk HDP’yi desteklemektedir. Partinin programı incelendiğinde, eşcinsellerin HDP’ye yönelik desteğinin, yukarıda anlatılan çerçeveye uygun olarak, Türk toplumunun sosyo-politik düzlemde bir kimlikler konfederasyonu biçiminde örgütlenmesi talebine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.17 Bir başka deyişle, kimlik siyaseti, Kürt milliyetçiliği açısından Güneydoğu’da özerk etnik devletçiklere alan açmak amacını güderken, eşcinseller açısından toplumun bireysel kimlikler temelinde atomize edilmesi amacının etnik kimlik davasına eklemlenmesi anlamına gelmektedir. Ancak bu program, Türkiye eşcinsel örgütlerini PKK terörünün ve bölgede ABD emperyalizminin yedeğine soktu. PKK’nın bölgede ABD’nin kurmaya çalıştığı kukla Kürdistan projesinde görev aldığı artık bizatihi Amerikan devlet yetkilileri tarafından da ilan edilmektedir. Eşcinsel hareketinin kişisel olanı politikleştirme tercihi, bütün toplumu kimlik temelinde atomize etme programına eklemlenmekle kalmadı. Emperyalizme en bağımlı unsurların da yedeği olmayı seçti. Avrupa Birliği fonlarından büyük miktarlarda para alan bu derneklerin ülkenin bağımsızlığı mücadelesinin bir parçası olması sözkonusu olamazdı.

1 Kasım 2015 genel seçimleri öncesi basına yansıyan bir haber, HDP’nin eşcinsel örgütleriyle bir ittifak içinde olmadığını, kendi etnik siyasetini tutarlı göstermek adına onların desteğinden yararlandığını ortaya koyması açısından kayda değer önemdeydi. Habere göre, HDP listelerinde 7 Haziran seçimlerine kıyasla dikkat çeken bir değişiklik olmuştu. 7 Haziran’da listede yer alan LGBT adaylara 1 Kasım listesinde yer verilmemişti. LGBT adaylar 7 Haziran öncesi özellikle bölgede AKP ve Hüda-Par tarafından HDP aleyhine yapılan propagandaların temel unsuru  hali ne gelmişti ve bölgede muhafazakâr tabandan tepkiler yükselmişti. Bu nedenle HDP 1 Kasım’da LGBT adaylara listelerinde yer vermedi. Kandil’den gelen tepkilerin de listelerde LGBT’ye yer verilmemesinde etkili olduğu dile getiriliyordu.18 Bu örnek olay, eşcinsel örgütleri açısından HDP ile olan ilişkinin bir eklemlenme ilişkisi olduğunu ve gerçekte inisiyatifi elinde tutan etnik ayrımcılığın kimlik siyasetine meşruiyet kazandırmak için eşcinselleri kullandığını göstermektedir.

Sonuç olarak Yeni sol, radikal feminizm, postyapısalcılık ve queer teori üzerinden ilerleyen cinsel kimlik siyaseti ve yeni tür “muhaliflik” işçi sınıfının düzeni değiştirmekte oynayacağı rolü, artık eşcinseller, marjinaller, göçmenler vb’nin şahsında ezilenleri, mazlumları temsil eden yeni aktörlere aktarır. Ancak devrimin taşıyıcıları gibi egemenler de değişmiştir. Artık egemen olan, bir sınıf ya da emperyalist devletler değildir. Bazen ‘iktidar’ adı verilen ve toplumun bütün gözeneklerine sinmiş bir “her yerdelik” halidir. Bazen küreselleşme denilen öznesiz, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bazen de “imparatorluk” denilen ulus devlet ötesi, merkezsiz, topraksız bir egemenlik aygıtıdır. Her durumda egemen figürü artık her yeri ve her şeyi kapsayan bu nedenle de klasik siyasi parti vb örgütlerle başa çıkılamayacak, mücadele edilemeyecek bir nitelik taşır. Egemenin yeri, mekânı ve cismi tespit edilemeyince, mücadele stratejisi de bu belirsizliği yansıtmak durumundadır. “İktidar her yerde” olunca direniş de her yerde olmak zorundadır. Bedenlerimiz, cinsel tercihlerimiz, gündelik ilişkilerimiz vb bu direnişin kapsamına girmektedir. Böylece eşcinsellik, kadın-erkek ilişkilerinden ibaret kılınmış “cinsel iktidar normları”na (heteronormatif iktidar) temelden karşı çıkan yeni tipte bir “devrimcilik” olarak sunulur.

Gelinen noktada dünyada olduğu gibi Türkiye’de de eşcinsellik meselesi, eşcinsellerin insan olarak hakları meselesi olmaktan çıkartılıp, toplumun cinselliği yeniden tanımlama temelinde parçalanması iddiasına dönüştürüldü. Eşcinselliği meşrulaştırmak adına kadınlık ve erkekliği yapaylaştırmak ve bireysel bir mesele olan cinsel yönelimi, toplumsal bir mesele haline dönüştürmek sol bir proje olarak sunulmaktadır. Sol bakış açısı, cinselliği travmatik hale getiren toplumsal engelleri kaldırmaktan ve cinsel ihtiyacı bireysel özgürlükler kapsamına sokmaktan yanadır. Yani Sol açısından mesele, insanlaşma kapasitesini geliştirmek, insani gelişmeyi cinselliğin dışındaki alanlara taşımak, insanların üzerindeki cinsiyetçi baskıları kaldırmak ve cinsel ihtiyacın karşılanmasını özgür insanın bireysel meselesi ile sınırlamaktır.

Atakan Hatipoğlu | Adnan Menderes Üniv. Öğr. üyesi
Viewing all 15059 articles
Browse latest View live
<script src="https://jsc.adskeeper.com/r/s/rssing.com.1596347.js" async> </script>