Quantcast
Channel: Gay Haber
Viewing all 15059 articles
Browse latest View live

Ayrımcılık araştırması: ‘Ortak düşman’ Kürtler, mülteciler ve LGBTİ’ler

$
0
0
“Eve zarar verirler”, “mahalleye giren çıkan belli olmaz”, “ahlaksızlık alır başını yürür” 

Eşit Haklar İçin İzleme Derneği tarafından 26 ilde 1064 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen “Türkiye’de Ayrımcılık Algısı” başlıklı araştırma yayımlandı.


Araştırma sonuçlarına göre ‘Türkiye’de ayrımcılığın çok yaygın olduğunu’ düşünenlerin oranı yüzde 23 olurken, ‘kısmen yaygın’ olduğunu düşünenlerin oranı ise yüzde 46.

Kadınların hayatın her alanında baskı ve şiddete uğradığı Türkiye’de, kadınlara yönelik ayrımcılık olup olmadığına ilişkin soruya yanıt verenlerin yüzde 41’i kadına yönelik ayrımcılık yapılmadığını öne sürüyor.

‘Evinizi kime kiralamazsınız?’
Araştırmaya göre en çok ayrımcılığa uğrayan kesimlerden biri de LGBTİ’ler.

Buna göre araştırmaya katılanların yüzde 36’sı LGBTİ’lerin ayrımcılığa maruz kaldığını düşünüyor.

Araştırmanın ‘Evinizi kime kiralamazsınız?’ sorusuna verilen yanıtlarda ise mülteciler ve LGBTİ’ler aynı oranda öne çıktı.

Buna gerekçe olarak ise  “Eve zarar verirler”, “mahalleye giren çıkan belli olmaz”, “ahlaksızlık alır başını yürür” gibi cümleler sunuldu.

Siyasi ayrımcılık
Katılımcıların yüzde 42’sine göre ise Türkiye’de her zaman veya çoğunlukla siyasi ayrımcılık yapılıyor.

‘Siyasi ayrımcılık’ sorusuna yanıt verenlerin yüzde 20’si bazen ayrımcılık yapıldığını düşünürken, yüzde 37’i de ya hiç siyasi ayrımcılık yapılmadığını ya da nadiren yapıldığını düşünüyor.

‘Ortak düşman’ Kürtler, mülteciler ve LGBTİ’ler
Ülkedeki ve dünyadaki siyasi kutuplaşmanın ve iktidar partisinin bu kutuplaşma içindeki ayrımcılık söyleminin ciddi bir ayrımcılık yarattığına dikkat çekilen açıklamada şöyle denildi:

“Ancak başörtülülere ve Müslümanlara yönelik ayrımcılığa dair farkındalığı yüksek olan grupla, özellikle kamuda yapılan siyasi ayrımcılığa dair farkındalığı yüksek olan grubun, konu Kürtlere, Suriyeli mültecilere, LGBTİ bireylere geldiğinde ayrımcı dilde bir anda ortaklaşabildikleri görülmektedir.”

Ayrımcılığın ‘hoş görüldüğü’ kesimler
Ayrımcılık karşısında takınılan tutumların da incelendiği araştırmada, zihinsel engellilere ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın yaşamın belli alanlarında (iş, komşuluk vs.) genel ortalamadan daha fazla hoş görülebildiği sonucu çıktı.

http://gazetekarinca.com/2019/02/ayrimcilik-arastirmasi-ortak-dusman-kurtler-multeciler-ve-lgbtiler/

Aysel Gürel: Hikâyesi hiç bitmeyen kadın

Kanadalı seri katil McArthur ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı

$
0
0
Kanada'da 7 senede 8 cinayet işleyen seri katil Bruce McArthur ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemede pişmanlık belirtisi göstermediği ifade edilen katilin kurbanlarının çoğunun Toronto gay topluluğuna bağlı olduğu tespit edildi. McArthur'un öldürdükleri arasında Türkiyeli Selim Esen de vardı.


2010-2017 yılları arası kasten 8 kişiyi öldürmekle suçlanan McArthur 2018 yılında Toronto polisi tarafından yakalanmıştı. Polis şefi ömür boyu hapis kararının onlar için tatmin edici bir ceza olduğunu açıkladı. Toronto polisi kayıplara ilişkin 2014 yılında sonlandırdıkları soruşturmadaki başarısızlık nedeniyle tepki toplamıştı.


Bruce McArthur'un mahkemede herhangi bir pişmanlık yahut teslimiyet hali göstermediğini ifade eden hakim, "Şüphesiz Bruce McArthur öldürmeye devam ederdi." açıklaması yaptı.


Kurbanların bazıları Bruce McArthur'un bahçivanlık yaptığı evlerin ekim alanında bulunmuştu. Duruşmalarda ortaya çıkan kanıtlar McArthur'un kurbanların eşyalarını saklayıp fotoğraflarını bilgisayarında tuttuğunu açığa çıkarmıştı.

Öldürülen içlerinde bir Türk'ün de bulunduğu 3 kişinin arkadaşı Nicole Borthick karar duruşması sonrası "Hiç ama hiç mutlu değilim. Bunun sonu yok, merhamet yok." dedi.

67 yaşındaki McArthur, 25 yıl sonra şartlı tahliyeden yararlanabilir hale gelecek.

https://tr.euronews.com/2019/02/09/kanadali-seri-katil-mcarthur-omur-boyu-hapis-cezasina-carptirildi

Sarayın Gözdesi: Besle kargayı oysun gözdeni

$
0
0
Sarayın Gözdesi. “Perde Açılıyor”da yaşlanmakta olan bir oyuncu koruması altına aldığı genç bir oyuncuya işini, aşkını her şeyini kaptırıyordu. Bir “besle kargayı, oysun gözünü” hikayesiydi. Sarayın Gözdesi de aynı telden çalıyor


Yorgos Lanthimos her şeyi ve herkesi “aşmış” biri gibi olmaktan vaz geçse, her şeye tepeden bakan, karikatürize eden, küçümseyen tavrını bir kenara bıraksa ne kadar iyi olacak. Komedi yapmak, karikatür çizmek bunu gerektirebilir ama Yorgos’un yaptıkları sadece bir yere kadar komik. Filmlerinin karanlık halleri komikliklerini aşıyor. Bu filmler, hafif değiller kesinlikle. Komedyenin kendiyle de dalga geçen hafifliğini pek hissetmiyorum bu filmlerde, arada sırada gülsem ya da gülümsesem de.

“Sarayın Gözdesi” bir aristokrasi karikatürü. 18. Yüzyıl aristokrasi kendi kendisini karikatürize etmiş zaten, onları karikatürize etmek için az biraz abartı yetiyor. Aristokratların, özellikle de erkeklerin giyim, kuşamları, makyajları, perukları o kadar tuhaf, o kadar zevksiz, o kadar çirkin ki. Sarayların kendileri de öyle. Bir santimetre kare boş yer olmayan, parıltıdan, abartıdan geçilmeyen mekanlar bunlar. Saray dansları deseniz bir başka alem.

Kahrolsun Liebknecht 
George Grosz [1893 – 1959]
Saraydan aldığı pasa çok sert bir vole çakmış Yorgos. Saray kültürünün acımasızlığını, hiyerarşinin mutlaklığını, çürümenin iğrenç kokusunu bütün duyularımıza birden göndermeye çalışmış.

Karikatürize etmenin gereği olan çarpıtma işlemini, balık gözü objektiflerle halletmiş. Zaten neredeyse tamamı kapalı mekanlarda geçen bu filmin bir ölçüde geniş açıya ihtiyacı varmış. Yorgos ölçüyü biraz kaçırmayı seçmiş. George Grosz’un resimlerini hatırlatıyor bana biraz Sarayın Gözdesi. Grosz faşizmin yükseliş döneminde (I. ve II. Dünya Savaşları arasında) burjuvazinin, ordunun, din adamlarının çirkin karikatür-resimlerini çizmiş Marksist bir ressamdı. Çarpık, çirkin, iğrenç tiplerdi bunlar, “Toplumun Temel Direkleri” adlı resminde de görülebileceği gibi. Önümüzde bir III. Dünya Savaşı var mı bilmiyorum ama Yunanistan ekonomisinin son yıllarda yaşadıkları savaş sonrasına benziyor. Almanya savaş ganimeti toplayan bir ülke gibi Yunanistan’ın ekonomisine el koydu. Lhantimos da belki bu dünyaya tepkisini gösteriyor filmlerinde. Ona hak vermiyor değilim ama bu nihilizm bana iyi gelmiyor sonuçta.

Sarayın Gözdesi, saray ahalisinin bir tablosunu çizse de özelde 3 kadın arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Kraliçe Anne, onun gözdesi Sarah ile Sarah’nın düşmüş kuzeni Abigail arasında geçiyor olaylar. Bu sırada Britanya ile Fransa savaşmaktalar. Kimileri savaşın sürmesinden ve Fransa üzerinde ezici bir zafer kazanmaktan yana, kimileri ise -milletin takatinin kalmadığı gerekçesiyle- barıştan yana. Kraliçe Anne, politikadan anlamıyor ve favorisi Sarah ne derse onu yapıyor. Sarah savaş yanlısı.

Abigail saraya gelip Sarah’nın özel hizmetçisi olduktan kısa bir süre sonra kraliçeyle gözdesi arasında lezbiyen bir ilişki olduğunu keşfediyor. Bunun ardından Abigail, Sarah’nın ayağını kaydırmak ve Anne’in gözdesi konumuna yükselmek için entrikalarına başlıyor. Bir nevi “All About Eve”in (Mankiewicz’in 1950 tarihli filmi “Perde Açılıyor”) yeniden çevrimi gibi Sarayın Gözdesi. “Perde Açılıyor”da yaşlanmakta olan bir oyuncu koruması altına aldığı genç bir oyuncuya işini, aşkını her şeyini kaptırıyordu. Bir “besle kargayı, oysun gözünü” hikayesiydi. Sarayın Gözdesi de aynı telden çalıyor.

Toplumun Temel Direkleri (1926) von 
George Grosz [1893 – 1959] 
Entrikalar, banallikler, kıskançlıklar, zevksizlikler ve de tabii ki gülünçlükler bir yere kadar hoş, eğlendiriyor. Ama bu “her şeyi bilen ve gören” filmin bir süre sonra söyleyeceği şey tükeniyor. Sorduğu bir soru da yok haliyle. Saray ahalisi doğrusu her türlü aşağılamayı ve alayı hak ediyor. Ediyor da, buradan bir yere çıkılmıyor. Sarayın Gözdesi, seyredilip unutulacak, Perde Açılıyor gibi tarihe kalacak bir film değil. Nihayetinde Anne’in de, Sarah’nın da Abigail’in de canı cehenneme. Bu rollerde oynayan Olivia Colman, Rachel Weisz ve Emma Stone çok iyiler, Colman özellikle iyi.

https://www.birgun.net/haber-detay/sarayin-gozdesi-besle-kargayi-oysun-gozdeni.html

Uludağ'da Kerimcan Durmaz coşkusu

$
0
0
Kış turizminin en önemli merkezlerinden olan Uludağ'da düzenlen TikTok Whitefest'te dün gece DJ Kerimcan Durmaz sahne aldı.


Uludağ'da eksi 7 derecedeki Kerimcan Durmaz konserine binlerce üniversiteli öğrenci geldi.

DJ kabinindeki zaman zaman alkış alan Durmaz, yaptığı esprilerle de dinleyicileri güldürdü.

Yaklaşık iki saat boyunca DJ kabininde kalan Durmaz, Tarkan'ın 'Yolla'şarkısı ile sevenlerine veda etti.

http://www.milliyet.com.tr/uludag-da-kerimcan-durmaz-coskusu-magazin-2825051/

Selin Ciğerci açtı ağzını yumdu gözünü

$
0
0
Selin Ciğerci kendisi hakkında kötü yorum yapanlara Instagram hesabından bakın nasıl yanıt verdi.


Cinsiyet değiştirme operasyonuyla kadın olan Selin Ciğerci, Instagram hesabından kendisini eleştirenlere paylaştığı videoyla şöyle cevap verdi:

'B.KUMU YİYİN'

“Gerçekten b.kumu yiyin, hatta yanında bir baş soğan kırın yiyin. İğrenç insanlarsınız hepiniz.”

*Selin Ciğerci 2 yıldır birlikte olduğu sevgilisiyle yakında evlenecek.

http://www.gazetevatan.com/selin-cigerci-acti-agzini-yumdu-gozunu-1238830-magazin/

Eşcinselleri gettolaştırmadık

$
0
0
Time Out yayımlandığı ilk günden itibaren farklı yaşam tarzlarına saygılı davranmasıyla bilinen bir yayın. Sizce LGBT ve diğer yaşam tarzlarını cesaretlendirmede ne kadar etkili?

- 1970’lerde Londra’da birçok gay kulübü vardı. Ve biz de ayrı bir gay seksiyonu yapmayı düşündük. Ama sonra ekibimizden “Neden ayrı bir gay bölümü yapıyoruz ki? Bu, eşcinselleri gettolaştırmak demek” diye çok itiraz geldi. O gün bugündür böyle cinsel bir ayrım yapmıyoruz. En gurur duyduğum tavırlarımızdan biridir.


Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Time Out’un İstanbul’la flörtü, Time Out İstanbul çıkmadan önce, 2000’de hazırladıkları İstanbul rehberiyle başladı. Rehberin kapağında Atatürk, içinde sadece mekân, semt, kayda değer kültürel ve sanatsal etkinlikler yoktu. Bülent Ersoy, Zeki Müren gibi Türk ikonlarından ‘Çekoslovakyalılaştıramadıklarımzdan mısınız’ gibi başka dillerde rastlanmayacak, sadece Türkçeye özgü incelikler de yer alıyordu. Time Out İstanbul, 2001 Şubat sayısıyla yayımlanmaya başladıktan sonra da Tarkan, Türkan Şoray, CemYılmaz gibi ikonlar kapak konusu olmaya devam etti. Derginin düzenli yaptığı yeme-içme ödülleriyse 28 Şubat’ta.


Daha 21 yaşındaydı. Halasından ödünç aldığı 60 sterlin’le bir şehir ve yaşam dergisi kurmaya karar verdi. Ama o gün, o mutfak masasında çalışırken yaptığı şeyin, 50 yıl sonra dünyanın 40 şehrinde yayımlanan dev bir yayına dönüşeceğinden habersizdi. Time Out’un, 72 yaşındaki kurucusu Tony Elliott’la, âşığı olduğu İstanbul’u, şehrimizi neden sevdiğini, yayıncılığın yarım asırlık geçmişini, geleceğini ve Londra’da esen Türk rüzgârını konuştuk.

Yarım asır devam ettirebildiğiniz başarınız için tebrikler. İstanbul edisyonunun da 18’inci yılı. İstanbul bütün dünya şehirlerinden önce işbirliği yaptığınız ilk şehir. Şehrimizle hikâyeniz nasıl başladı?
- Deniz Huysal sayesinde. Time Out İstanbul’un yayın yönetmeni. Biz aslında ikinci Time Out’u, yine Manchester gibi bir İngiliz şehrinde çıkarmak istiyorduk. Ama diğer şehirler Time Out’u taşıyacak büyüklükte değildi. Elimizde Paris, Roma ve Moskova seçenekleri de vardı ama İstanbul müthişti. O yüzden ilk lisansı İstanbul’a verdik. İnsanlara şunu söylerim: Bana bir bilet hediye etseniz Paris yerine İstanbul’a giderim. Bunu bir Fransız gazetesine de söyledim; Fransızlar çok bozuldu tabii.
◊ Neden böyle düşünüyorsunuz?
- İstanbul’un kayıtsız kalınamayacak dinamizminin yanında! Yemek, gece hayatı, sanat... Paris değişmiyor ki. Bence İstanbul her dönemin ve her zamanın şehri.
◊ Biz de İstanbul’da zor zamanlar yaşadık. Terör, darbe girişimi, ekonomik kriz... Ama belki Time Out İstanbul’un 28 Şubat’taki en iyiler ödül töreninde sizi şehrimizde görebiliriz.
- Söz veremiyorum ama elimden geleni yapacağım.
◊ Şehrin en sevdiğiniz, özlediğiniz yerleri nereleri?
- Bebek, bütün o Boğaz hattı ve Beşiktaş. Orada yürümeyi özlüyorum. Ve İstanbul’un dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan terasları... Mikla mesela. Bir de İstanbul Modern’i hatırlıyorum. Yemek de yemiştik orada.
En az bizim kadar Avrupalısınız
◊ Londra’daki Türk camiası her geçen gün daha görünür oluyor. Dünyanın bu iki büyük şehri birbirini nasıl etkiliyor, nasıl besliyor sizce?
- Southbank Centre’ın (Londra’nın en büyük kültür-sanat merkezlerinden biri.) yöneticilerinden biri bile Türk.
◊ Bengi Ünsal...
- Öteden beri hep Türk restoranları vardı ama alışıldık kebap dükkânlarının yanı sıra artık Türkler büyük oyuncu... En son, Londra’nın en iyi 50 listemizde iki Türk restoranı var mesela. Antepliler ve Oklava. 1970’lerin Türk saykodelik müzikleri de çok popüler Londra’da. Partileri falan yapılıyor ama isimleri hatırlayamıyorum.
◊ Selda Bağcan hep popüler ama en son yapılanlar Barış Manço ve Cem Karaca geceleri.
- Diğer ülkeleri bilemem ama İngiltere’deki Türkler en az bizim kadar Avrupalı.
Şehrin inişli çıkışlı topografyası
◊ En son Financial Times ‘İstanbul’da Yaşamak İçin 5 Neden’ başlıklı bir yazı yayımladı. Sizin sebepleriniz neler olurdu?
- En başta hayatın sokakta yaşandığı bir şehir olması. Sonra şehrin silueti. Yani inişli çıkışlı topografyasından bahsediyorum. Bir de her yerde karşılaştığınız o yemek çeşitliliği var. İnsanlarının çok tatlı olduğunu duymaktan bıkmışsınızdır...
◊ E biraz.
- O zaman sana yeni bir şey söyleyeyim: Bütün tarihi miras bir kenara... O kadar büyük bir şehrin içinde fark edemiyor olabilirsiniz ama çok ilginç modern mimari örnekleri var. Ama isimlerini sorma; mümkün değil şu anda sayamam. Bak, Paris’e geri dönelim: Bunları orada bulamazsın. Bir de herkes İngilizce biliyor.
◊ Nasıl yani?
- Rusya’da ya da Çin’de yaşadığınız o dil engelini Türkiye’de yaşamıyorsunuz. Sanırım vücut diliyle alakalı bir şey. Dedim ya; Avrupalısınız. İstanbul’da bir şekilde anlaşıp yolunuzu buluyorsunuz.
Halama 60 sterlin borcumu ödemedim
◊ Time Out’u halanızdan aldığınız 60 sterlin’le kurmuşsunuz. Sonra yaptığı yatırımdan gurur duydu mu? Ödünç aldığınız parayı geri ödediniz mi?
- Hayır. 21 yaşında aldığınız pek çok şeyi geri ödemezsiniz. (Gülüyor) İlk başta çok az kişiydik. Ben, tiyatro yazan bir kişi, sinema yazan, müzik yazan, ce tasarımcı... Üç haftada bir çıkıyorduk. Çünkü her hafta çıkmaya gücümüz yetmiyordu. İlk senenin sonunda iki haftaya indik. En sonunda haftalık olduk ve 200 sayfanın üstüne çıktık. Sadece müzik bölümü 20 sayfayı geçti.

Savaş ÖZBEY

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hurriyet-pazar/su-anda-bir-biletim-olsa-parise-gidecegime-istanbula-gelirim-41111342

Apex Legends’te LGBTQ karakterlerin yer aldığı doğrulandı

$
0
0
EA ve Respawn yeni ücretsiz battle royale oyunları Apex Legends‘te LGBTQ topluluğunun üyeleri olan iki oynanabilir karakteri onayladılar.


EA, Efsanelerle Tanış sayfasındaki karakter profillerinde; “Shielded Fortress” Makoa Gibraltar‘ın erkek arkadaşıyla babasının motosikletini kaçırarak ölümcül bir kazadan kurtulduğu ve hayat kurtarmanın önemini anladığı yazıyor.

Ayrıca Respawn Topluluk Müdürü Jay Frechette Rock, Paper, Shotgun’a verdiği röportajda gerçek adı, yaşı ve geldiği yer bilinmeyen “Technological Tracker” Bloodhound‘un da cinsiyetinin kadın veya erkek tanımına uymadığını, en azından belirtilmemiş tasarlandığını doğruladı.

Apex Legends son zamanlarda oynanabilir karakterinin LGBTQ bilgilerini ortaya koyan tek oyun değil, daha önce Overwatch kahramanı Soldier 76‘nın hikayesinde de bu detay keşfedilmişti.

Apex Legends ilk 24 saatte 2.5 milyondan fazla oyuncuya ulaştı ve ilk 72 saatte 10 milyon oyuncuyu çekmeyi başardı. Respawn ayrıca battle royale türüne Titanları uyarlayamadığını ve gelecekte çapraz oyuna sıcak baktıklarını açıkladı.

Apex Legends, PlayStation 4, Xbox One ve PC platformlarında oynaması ücretsiz olarak mevcut.

Ozan Baki

https://www.psoyun.com/oyun/apex-legendste-lgbt-karakterler-yer-aliyor.html

Baroya boru diyen yobaz Ali Karahasanoğlu; Mevzuatımızda “LGBTİQ+” diye bir kavram yok

$
0
0
Ankara Borusu, haberin var mı, avukatlar ne durumda?

Ankara Borusu, pardon.. Pardon.. Barosu..

Ankara Barosu, üyesi olan avukatların haklarını sanki tümü ile hayata geçirmiş.

Avukatlar, “Tamam, bundan sonra artık talep edeceğimiz bir şey kalmadı” demişler gibi..

Kafayı LGBTİ’lerin sözümona “hak”larına takmışlar..

Avukatlar duruşma beklerken stresten ne haldeler, düşünen, sorunu çözmeye çalışan bir baro yok..

Hakimin 10 tane duruşmayı, aynı saate vermesine itiraz eden yok..

Avukatlar mahkemelerle ilişkilerinde, gerçekten hakettikleri konumdalar mı, dertlenen bir baro yok..

Mahkemelerde derin çeteler mi var, dosyalar patır yatır kayboluyor.. Kim kaybediyor, kim sessiz kalıyor, sorgulayan barolar yok..

Ama..

“LGBTİ’lerin cinsel yönelimleri sebebi ile kendilerine toplumda reva görülen suçlamalarla mücadelede nasıl daha aktif olunabilir”i tartışan, bu konuda özel eğitimler organize eden barolar var...

Heyyy.. Baro başkanları..

Haberiniz var mı bilmiyorum..

Büyükşehirler için garanti veriyorum..

Küçük şehirlerde de, artık şansınıza..

Avukatların en fazla işlerinin düştüğü icra dairelerinde..

İcra memurları, icra dairesi görevlileri, kendilerine tahsis edilen sabit telefonları kaldırıp da, “Alo” deme zahmetine bile katlanmıyorlar..

İstanbul’daki bir avukat..

Ankara’daki bir icra dairesinde küçücük bir işi olsa..

İcra dairesinin telefonunu arayarak, “iki kelime ile” derdini anlatamıyor..

Ya atlayıp Ankara’ya gidecek..

Ya da..

Bir avukat arkadaşına söyleyip, onun peşinden bir hafta boyunca koşturacak: “Gidebildin mi? Konuşabildin mi?”

Oysa..

O icra dairelerine gidin.. Bütün memurların elinde bir cep telefonu.. Özel tanıdıkları ile.. Muhabbeti olan avukatlarla, iş sahipleri ile, saatlerce cep telefonundan konuşuyorlar..

Yani şu mu: “Memur tanıdığın ise, özel telefonundan ulaşırsın. İşini halettirirsin.. Tanıdığın yok ise.. Devletin icra dairesine tahsis ettiği, internet sitelerinden duyurduğu, barolara irtibat numarası olarak verdiği sabit telefondan arayıp konuşmak istersen.. Havanı alırsın..”

Ve bu “havanı alırsın” muamelesine karşı..

Bu tabloya karşı..

Ankara Barosu.. İstanbul Barosu.. İzmir Barosu.. Bir çözüm üretmeyi düşünmeden.. Tribünden maçı izlemekle yetiniyorlar..

Adalet Bakanlığı’nı ziyaret edip, “Bizim böyle bir sorunumuz var” demiyorlar..

Adliyenin başsavcılığını ziyaret edip, “İnternet sitenizde ilan ettiğiniz telefonlar var. Bu telefonlar sabahtan akşama kadar tek bir defa dahi ‘Alo’ cevabı vermiyorsa, niye buna boşuna para ödüyorsunuz” diyemiyorlar..

Kendi üyelerinin mesleklerini yapma noktasında kendilerine kolaylık sağlayacak işlerde yoklar..

Takılmışlar, sokaklara dökülüp, “Velev ki ibneyiz, size ne?” afişleri ile yürüyenlerin peşlerine..

Dertlenmişler, “Bu ibneler (Kendi ellerindeki afişlerde bu ifade olduğu için kullanıyorum. Yoksa, durduk yerde böyle bir sıfatı, velev ki öyle olsunlar, kimse için kullanmak istemem) sokaklarda ne yaparlar, ne ederler. Hangi haksızlıklara uğrarlar..” üzerinden, eğitim seminerleri veriyorlar..

Tamam, anladık..

Avukatsınız..

Tamam, anladık, göreviniz herkesi savunmak..

Ama..

Siz önce avukatları savunun..

Avukatların haklarını savunun..

Avukatların, hakkı ile mesleklerini yapmalarının önündeki engelleri kaldırın..

Telefonla 15 saniye konuşarak çözülecek bir iş için, 8 saatlik mesafedeki adliyeye gitmek zorunda bırakanlarla mücadele edin..

Sırf planlama yapamadığı için, saat 10’a bıraktığı duruşmayı, saat 12’de yapabilen, böylece avukatın 2 saatini çalan hakimleri gündeme getirin..

Yok yok..

Onlar, avukatların sorunlarını ikinci derece önemli görüyorlar..

Onların esas sorunları..

Sanki seçime girmişler..

Ülke yönetimini ele geçirmişler gibi..

“Kadına karşı şiddetin önlenmesi” konusunda merkezi yönetime düşen görevleri üstlenmek..

Toplumun örf ve adetlerine aykırı haraketleri adet haline getiren, çoğu defa da polisle çatışan, direnen gruplarla haşır neşir olmak..

Bunun için baro çatısı altında, “LGBTİQ+ hakları merkezi” kurmak..

Merak ettim..

Mevzuatta, “LGBTİQ+” şeklinde bir kavram var mı diye?

Anayasal bir kuruluş.. Kanunla kurulmuş bir meslek odası.. Bir kavrama dayalı olarak bütçe ayırıyor, vakit ayırıyor, mekan ayırıyor ve merkez kuruyorsa..

“Bunun arka planında mevzuatta da bir karşılığı olması gerekir” diye düşündüm.

Yok..

Mevzuatımızda “LGBTİQ+” diye bir kavram yok..

Uyanıklık yapıp da, sonundaki “+” ile arama yaptığımı, bulamadığımı sanmayın..

Sonundaki “+”yı da çıkarsanız..

“Q”yu da çıkarsanız..

“İ”yi de çıkarsanız..

Devlet literatüründe böyle bir kavram yok..

Ama..

Devletin bütçesinden harcama yapıp, mevzuatta olmayan bir kavram üzerinden merkez açan baromuz var..

Bunun sonrası ne?

Bunun sonrası..

“Genelev kadınları hakları merkezi” kurmak..

Yetmez..

Genelev dışındaki o işi hayat tarzı olarak yürütenler için, “Fahişe hakları merkezi” kurmak..

Yetmez..

Devam ettirip gidebilirsiniz..

Hani yakında, bir farklı rüzgar estirip, “cinsel taciz sanıklarının hakları” için de bir merkez kurarlarsa, hiç şaşırmayın..

Avukatların hakları için mesai harcamazlarsa..

Kuruluş amaçları ile ilgili faaliyet göstermezlerse..

Yapacakları ne?

Kendilerine böyle işler icat edip..

Toplumun yozlaşmasına katkı sunmak..

Bu vesile ile..

Adalet Bakanlığı’na da bir çağrımız olsun.

Velev ki, Barolar, avukatları bırakıp..

“Velev ki ibneyiz” diyenler için uğraş verseler de..

Belirttiğimiz sıkıntılar için, bakanlık olarak adımları atıp, sorunları çözmeliler..

Ne demiş atalarımız: “İyilik yap (bu örnekte biz “Görevini yap” diye değiştirelim), denize at. Balık bilmezse,  Halik bilir.”

Yine Yeni Akit, yine homofobi: Ankara Barosu’ndan sapkınlara eğitim semineri

$
0
0
Karanlık odaklarca, her geçen gün ailenin temelini sarsacak yeni uygulamalar yürürlüğe konulurken, ailesiz ve cinsiyetsiz toplum isteyen odakların çalışmaları devam ediyor. Son olarak, 10 Şubat tarihinde Ankara Barosu tarafından sapkınlara yönelik eğitim semineri düzenlendi.


Karanlık odaklarca, her geçen gün ailenin temelini sarsacak yeni uygulamalar yürürlüğe konulurken, ailesiz ve cinsiyetsiz toplum isteyen odakların çalışmaları devam ediyor. Son dönemde bazı çevreler tarafından desteklenen ‘LGBTİ’ sapkınlığı meşrulaştırılmak isteniyor. 10 Şubat tarihinde Ankara Barosu tarafından sapkınlara yönelik olarak eğitim semineri düzenlendi. Ankara Barosu resmi internet sitesinde seminerin  gündelik hayatta ayrımcılığa uğrayan ve nefret söylemlerine maruz kalan bireylerin haklarını korumak ve savunmak üzere bir araya geldiği belirtilirken, söz konusu seminere Avukat Cüneyt Toraman, “Ülkemizde bu kadar sıkıntı varken, bu kadar çok yetersiz eleman varken Türkiye’nin en büyük barolarından biri, böyle işlerle uğraşmaya bu kadar vakti nasıl buluyor?” şeklinde tepki gösterdi.

‘Barolar asıl işleri için kafa yorsun’
“Türkiye’nin bunca sorunu varken böyle işlere nasıl zaman buluyorlar aklım almıyor” diyen avukat Cüneyt Toraman, “Ankara Barosu da dahil olmak üzere diğer barolarımız lütfen işini yapsın. Bu tip şeylerle vatandaşlarımızın sinir uçlarına dokunacak uygulamalar yapılmasına gerek yok. Görevlerini bilmiyorsa kitabı açsın, kanunlara baksın. Türkiye’nin en büyük barolarından bir tanesi Ankara Barosu. Dünyada bütün işler tükendi, Türkiye’de bütün işler tükendi, hukukla hiçbir problemimiz kalmadı tek derdimiz bu oldu. Önce avukat arkadaşlarımızın sorunları bir çözülsün. Ülkemizde o kadar çok yetersiz avukat var ki, bu arkadaşlarımızın eğitimi için, eksikleri için 24 saat uğraşsalar yine yetişemezler. Hukuk fakülteleri o kadar yetersiz mezun veriyor ki önce bu mezun olan arkadaşlarımızın eksiklerini kapatmak lazım. Ülkemize sağlam hukukçular lazım. Barolar asıl işleri için kafa yorsun. Mahkemenin karşısına mantar gibi avukat stajını yapan gidiyor. Bu durumdan kendilerini hiç mi rahatsız hissetmiyorlar” şeklinde konuştu.

‘Bu, baronun işi değil’
“1136 Sayılı Avukatlık Kanunu, barolara doğrudan doğruya avukatların özlük haklarını, avukatların gündelik hayata ilişkin yaşadıkları problemlere karşı onların yanında olmayı bir vazife kılıyor” hatırlatmasını yapan Türkiye Adalet Araştırmaları Merkezi Başkanı avukat Dr. Mehmet Sarı ise, “Baroların bu anlamda meslek ve meslektaşların sorunlarını bir tarafa bırakıp toplumdaki uç noktalara eğilimleri, temel gündem haline getirmesi kabul edilebilir değildir. Bu noktadaki marjinal noktaların sanki gündelik bir sorunmuş gibi öncelikli bir konu haline getirmesi kabul edilebilir değil. Özellikle avukatların bunu kabul etmesi mümkün değil. Avukatların temsil ettiği meslek örgütleri tüm avukat camiasının bir çatı örgütü barolardır. Dolayısıyla Ankara’daki farklı alandaki tüm avukat kitlesini temsil olarak hareket etmelidirler. Toplumun uç noktası olan bu konunun normalleştirilmesi kabul edilemez. Bu eğitim baronun vazifesi değil. Bu açıdan bu uygulamayı reddediyorum. 2016 yılı İstanbul Barosu Başkan adayı olarak bunu kabul etmiyorum” diye konuştu.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/ankara-barosundan-sapkinlara-egitim-semineri-609293.html

A Haber homofobisi: Anne babalar dikkat! Çocuklarınızın zihinlerini eşcinsellikle zehirliyorlar!

$
0
0
Anne babalar dikkat! Çocuklarınızına eğlenmesi, belki de bir şeyler öğrenmesi için izlettiğiniz çizgi filmler hiç de masum değil!


Anne ve babaların, çocuklarına keyifli vakit geçirmesi için izlettiği çizgi filmlerin bazıları çocukları eğlendirmek yerine adeta zihinleri zehirliyor!

Pikachu ve Mavi Balina intiharlarından sonra şimdi de Cartoon Network'te yayınlanan Clarence adlı çizgi film çocuklarımızı tehdit ediyor!

Filmdeki söz konusu karakter bir erkek çocuğu... Çocuklarımıza örnek kişilik olarak izlettirilen bu erkek çocuğu, dizinin bir bölümünde canı sıkılıyor ve makyaj yapıyor, kadın ayakkabısı giyiyor ve kadın gibi davranıyor.

Çizgi filmin kahramanı bu çocuk üzerinden çocuklarımızı zehirlemeye çalışan yapımcılar, çocukları küçük yaşta eşcinsellik, şiddet ve argoya özendirerek adeta geleceğimizi karartıyor.

https://www.ahaber.com.tr/galeri/yasam/anne-babalar-dikkat-cocuklarinizin-zihinlerini-boyle-zehirliyorlar


.

Akit yazarı Ali Karahasanoğlu, Emeklilikte Yaşa Takılanlarla EYT'lilerle kendince dalga geçti

$
0
0
Akit TV’de yayınlanan Manşetlerin Dili programında emeklilikte yaşa takılanların (EYT) Ankara’da yaptıkları etkinlik öncesi Anıtkabir’i ziyaret etmesi darbecilikle ilişkilendirildi. Akit yazarı Ali Karahasanoğlu, EYT’lilerle kendince dalga geçti

EYT’liler 10 Şubat Pazar günü sorunlarını ve taleplerini dile getirmek için Ankara’da bir etkinlik düzenledi. Sabah 9.30’da Anıtkabir’i ziyaret eden on binlerce EYT’li, ardından 13.00’da başlayacak etkinlik için Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne gitti. Önceki gün Akit Tv’de Fatin Dağıstanlı’nın sunduğu Manşetlerin Dili programında Akit yazarı Ali Karahasanoğlu’yla gazete manşetleri değerlendirilirken EYT’lilerin Anıtkabir’i ziyaret etmesinin altında başka bir amaç olduğu yorumu yapıldı. Dağıstanlı, Karahasanoğlu’na “Emeklilikte yaşa takılanların gitmesi gereken yer Ata’nın huzuru mu?” sorusunu yöneltti.

Aydınlık gazetesinin haberine göre, Karahasanoğlu, şu yanıtı verdi:

"Atatürk’ün, Türk milletine ‘Çalışmayın, 35-40 yaşında emekli olun, sonra emekli maaşınızı alın’ şeklinde bir sözü varsa; ‘Türk milletinin 45 yaşından sonra çalışması yasaktır’ gibi bir sözü varsa gitsinler tabii. (...) Atatürk’le
emeklilikte yaşa takılanlar arasında bir bağ kurmak çok fazla mümkün değil. Mustafa Kemal vefat ettiğinde 57 yaşındaydı, yanılmıyorsam. Cumhurbaşkanıydı, çalışıyordu. Emekli miydi, değil miydi; o tarihlerde belki emekli olması söz konusu değildi. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in mezarına gidip de orada bir talepte bulunmanın arka planında ne yatıyor derseniz; ‘Gezi (eylemleri) hıncı dinmedi’ arka planını görmek mümkün."

Dağıstanlı da “Böyle bir dönemde organize bir şekilde Anıtkabir’e götürülmeleri çok ilginç bir hadise diye geliyor bana” diye konuştu.

https://www.ulusal.com.tr/gundem/akit-yazari-ali-karahasanoglu-emeklilikte-yasa-takilanlarla-eyt-lilerle-kendince-dalga-gecti-h223072.html

Jonathan Israel “Radikal Aydınlanma ve Modern Demokrasinin Kökenleri”

$
0
0

“Bütün insanlar, neye inandıklarından ya da hangi dinsel, ekonomik ya da etnik gruba mensup olduklarından bağımsız olarak aynı temel ihtiyaçlara, haklara ve statüye sahiptir. Dolayısıyla ister siyah ister beyaz, ister erkek ister kadın, ister dindar ister dinsiz olsun, herkes eşitlik temelinde aynı muameleyi görmelidir ve herkes, kişisel çıkarlarına, özlemlerine hukukun ve devletin eşit saygı göstermesini hak eder.”

Atatürk: “Demokrasi fikirdir; kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir…”

$
0
0

DEMOKRATİK DEVRİMİN KİLOMETRE TAŞLARI
Yıl: 1919: Amasya Genelgesi’nde: “Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve kararı kurtaracaktır” denildi.
Yıl 1919: Erzurum Kongresi’nde, “Milli iradeyi etkin milli kuvvetleri hakim kılmak esastır” kararı alındı.
Yıl 1919: Sivas Kongresi’nde, “Milletin temsilcilerinden oluşan bir meclis toplanmalıdır” kararı alındı.
Yıl 1920: Ankara’da milletin temsilcilerinden oluşan TBMM toplandı. O meclisin ilk kararlarından biri, “Milletin üstünde hiçbir güç ve kuvvet yoktur” oldu.
Yıl: 1921: TBMM’nin hazırladığı Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesine yer verildi.
Yıl 1922: Saltanat kaldırıldı.
Yıl: 1923: Halk partisi kuruldu.
Yıl: 1923: Cumhuriyet ilan edildi.
Yıl 1924: Halifelik kaldırıldı.
Yıl 1930: Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.
Yıl: 1934: Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi.

TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ
Yüzyılın başında Türkiye’de Atatürk’ün gerçekleştirdiği “devrim” Attila İlhan’ın da sıkça ifade ettiği gibi bir “DEMOKRATİK DEVRİM”dir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarından itibaren bir taraftan “emperyalizmi” dize getirmenin hesaplarını yaparken, diğer taraftan Türkiye’yi halife-sultan diktasından kurtarıp “halk egemenliğine” hazırlamanın hesaplarını yapmıştır. Bu bakımdan Türk devrimi, dışarıda “Batı emperyalizme”, içerde “padişah diktasına” karşı gerçekleşmiştir. Atatürk, “ulusal bağımsızlık” ve “ulusal egemenlik” için savaşmıştır. En önemlisi, Atatürk önderliğindeki Türk Demokratik Devrimi, demokrasiye giden yolun “tam bağımsızlıktan” geçtiğini göstermiştir.
Bugün, "halk hareketleriyle" başlarındaki "emperyalizmin kuklası diktatörleri" başlarından atarak "demokratikleşeceğini" sananan Arap halkları, gerçek demokrasi için, yüz yıl önce Atatürk'ün önderliğindeki Türk milletinin yaptığı gibi, önce emperyalizme başkaldırmalı, önce bağımsız olmalıdır.
Dört bir yanı Batılı emperyalistlerce işgal edilen, savaş yorgunu ve yıkık bir ülkede “Önce Meclis” diyerek yola çıkan Atatürk, dünyanın ilk “demokratik kurtuluş savaşını” vermiştir.
“Önce meclis”, dolayısıyla “önce halk” diyen Atatürk, İslam dünyasında ilk kez “sultan-halife diktasına” son vermiş, eğitim öğretimi birleştirerek, Latin harflerini kabul ederek, yeni okullar açarak, kadın haklarına önem vererek ve siyasi partiler kurarak demokratik kültürün yerleşmesine çalışmıştır.
Atatürk’ün önderliğindeki TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ’nin üç önemli özelliği vardır:
1. Kurtuluş Savaşı, gerçek bir HALK MECLİSİ’yle birlikte yürütülüp kazanılmıştır.
2. Bin yıldan fazla bir zamandır Türk-İslam dünyasına çöreklenmiş, kişi otoritesine, “SULTAN-HALİFE DİKTASINA” son verilmiş ve CUMHURİYET İLAN EDİLMİŞTİR.
3. Türkiye, KADINLARA SEÇME SEÇİLME HAKKI VERME konusunda. İslam dünyasında “ilk”, Avrupa’da “yedinci”, Dünya’da “on ikinci” sıradadır. (Türkiye; Yeni Zelanda, Avustralya, ABD, Kanada, Güney Afrika Cumhuriyeti, Finlandiya, Danimarka, İzlanda, Rusya, Avusturya, Almanya ve İngiltere’den sonra; Fransa (1944-1945), Belçika (1944), İtalya (1946), Japonya (1945), Çin (1947), Hindistan (1950), İsviçre (1971)’den önce kadınlarına seçme seçilme hakkı vermiştir.)

DÜNYANIN DEMOKRASİ KARNESİ VE ATATÜRK TÜRKİYESİ
Ülkelerin gündemini büyük ölçüde Bolşevizm, Nazizm ve Faşizmin işgal ettiği 1930’ların dünyasında “demokrasiler” büyük darbe yemiştir. 1918 1920 arasında iki, 1920’lerde altı, 1930’larda dokuz ve Alman işgali altındaki beş Avrupa ülkesinde YASAMA MECLİSLERİNE son verilmiştir. İki dünya savaşı arasında meclisleri açık olan ve demokratik kurumları bir şekilde işleyen ülke sayısı Avrupa’da beş ve Amerika’da beş olmak üzere toplam on ülkedir: Bunlar, İngiltere, Finlandiya, İrlanda, İsveç, İsviçre, Kanada Kolombiya, Kosta Rika, ABD ve Uruguay’dır.
Dünya’da, 1920’de sadece 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken, bu sayı 1938’de 17’ye düşmüştür. 1944’de ise tüm dünyadaki 64 ülkenin sadece 12’si meclise ve anayasal düzene sahip, demokrat olarak adlandırılabilecek ülkelerdir.
Avrupa’da meclislerin kapatıldığı 1920’lerde Türkiye’de, hem de bir ölüm kalım savaşının tam ortasında, bir meclis açılmıştır.
Türkiye, I. ve II. Dünya Savaşı arasını meclisini kapatmaksızın aşan çok az sayıdaki ülkeden biridir.
II. Dünya Savaşı sonlarına doğru, 1944’de, meclislerin kapatılıp, anayasaların rafa kaldırıldığı, Nazi, Faşist ve Komünist diktatörlüklerin tüm Avrupa’yı ve dünyayı kasıp kavurduğu bir ortamda, Türkiye, “meclise” ve “anayasaya” sahip dünyadaki 12 ülkeden biri olmayı başarmıştır. Dahası bu Türkiye, sadece iki yıl sonra çok partili hayata (1946), altı yıl sonra da demokrasiye (1950) geçmiştir.
Hiç şüphesiz ki Türkiye bu “başarılı evrimi”, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen TÜRK DEMOKRATİK DEVRİMİ’ne borçludur.
Bütün bu gerçeklere karşın, ülkemizin “çakma liberalleri” ve “demokrat kılıklı siyasi İslamcıları” Atatürk’ü “diktatör”, Atatürk’ün önderliğindeki Türk Devrimini de “antidemokratik” olarak adlandırmaktadırlar. 1920’lerin, 1930’ların dünyasını, dünyayı kasıp kavuran savaşları, eli kanlı diktatörleri, yükselen faşizan siyasi kültürü, kapanan meclisleri, rafa kaldırılan anayasaları görmezden gelerek; Türkiye’deki “tek parti” yönetimine bakarak, Terakkiperver Cumhuriyet Fırka ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirerek Atatürk’ü “diktatörlükle”, erken Cumhuriyet dönemini ise “antidemokratiklikle” suçlamak, en basit tabirle, “bilgisizliktir”. Onların bu suçlamaları, 1920’lerin, 1930’ların tarihsel gerçekliğinden tamamen kopuk analizlere dayalıdır. Çünkü, 1920’lerin, 1930’ların dünyasında, bırakın “tek partiyi”, birçok ülkede “meclis” ve “anayasa” bile yoktur.

ATATÜRK’TEN DEMOKRASİ DERSİ
Dünya’da ve Avrupa’da meclislerin kapatıldığı, anayasaların rafa kaldırıldığı, faşizmin ve diktatörlüğün yükseldiği 1930 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, Afet İnan’a dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabında, dünyadaki ve Avrupa’daki gelişmelerin aksine, adete geleceği görerek “Demokrasiyi yüceltmiştir”.
İşte, Atatürk’ün 1930 yılında Medeni Bilgiler kitabına DEMOKRASİ hakkında yazdırdığı o satırlardan bir bölüm:
“Demokrasinin en belirgin şekli Cumhuriyettir. (…) Demokrasi temeli, bugün çağdaş anayasanın genel ayracı gibi görünmektedir. Hükümdarlık ve oligarşi, artık zamanı geçmiş gerici şekillerden başka bir nitelikte anlaşılamazlar. (…)
Bir milletin pratikte demokrasi ilkesi, o millet çoğunluğunun toplumsal kuvvetinin bir sonucudur. Millet yeteri derecede kuvvetli olunca, kuvvet ve kudreti eline alır. Bu olay bazen ihtilal ile bazen de hükümdarlar ile barışçı bir anlaşma ile ortaya çıkar.
Artık bugün demokrasi düşüncesi sürekli yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci yüzyıl birçok baskıcı hükümetlerin bu denizde boğulduğunu görmüştür. Çarlık Rusyası, Osmanlı Padişahlığı ve Hilafeti, Almanya ve Avusturya Macaristan İmparatorlukları bunların başlıcalarıdır.
Bundan başka demokrasi ile yönetilen Portekiz gibi ılımlı hükümdarların, demokrasinin daha belirgin bir şekilde uygulanmasını kapsayan Cumhuriyet ile birlikte silindiği görüldü.
En sonunda bugün İngiltere, Belçika gibi büyük eski demokrasilerin, daha açık ve daha iyi düzenlenmiş bir demokrasinin gerçekleştirilmesi yolunda çalıştıkları görülmektedir.
Demokrasi düşüncesi, çağdaş anayasanın bir öğesi olduğu gibi düşünce çok eskidir. (…)
Türk milleti en eski tarihlerde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet başkanlarını seçmeleriyle demokrasi düşüncesine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih dönemlerinde Türklerin kurduğu devletlerde, başlarına geçen padişahlar bu yoldan ayrılarak baskıcı (zorba) olmuşlardır.
Kralların ve padişahların baskısına dinler dayanak olmuştur. Krallar, halifeler, padişahlar, etraflarını saran papazlar, hocalar tarafından yapılmış özendirmelerle ilahi hukuka dayanmışlardır. Egemenlik bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş olduğu düşüncesi uydurulmuştur. Buna göre hükümdarlar ancak Allah’a karşı sorumludurlar. Kudret ve egemenliğinin sınırı yalnız din kitaplarında aranabilir. İlahi hukuka dayalı bir mutlakıyet kuralı önünde demokrasi ilkesinin ilk aldığı durum iddiasızdır. O öncelikle hükümdarı devirmeye değil, onun yalnız kuvvetini sınırlamaya, mutlakıyeti kaldırmaya çalıştı. Bu çalışma 400-500 yıl öncesinde başlar. Öncelikle kuvvetin milletten geldiği ve kuvvet sahibi olmayan bir ele düşerse onun ele geçirilebileceği, bu kuvvetin, milletin vekillerinden oluşan meclis tarafından kullanılması gerekeceği ifade edildi.
On altıncı yüzyılda demokrasi ilkesi hükümdarların gücünü kırmak için siyasi mücadele aracı olarak kullanıldı.
Bu mücadelede en sonunda ortaya atılan düşünceler şunlardan oluşuyordu: ‘Kuvvet millete aittir. Onu yasa çerçevesinde bir hükümdara vermiştir. Bazı durumlarda geri alabilir’
On sekizinci yüzyılda da demokrasi ilkesi karşı konulmaz bir kuvvet ve akım kazandı.
Demokrasi ilkesi milli egemenlik ilkesi şekline girdi ve anayasaya geçti. Artık milletle hükümdar arasındaki sözleşme düşüncesi kayboldu. Ortaya, egemenliğin bölünmez ve hiç kimseye verilmez düşüncesi çıktı.
Bu düşünceyi şöyle açıkladılar:‘Egemenlik bireylerin iradesinin üzerinde, bireylerin oluşturdukları milletin ortak kişiliğine dayanan genel toplumsal iradedir’ Bu nedenle egemenlik tektir, parçalara ayrılmaz ve egemenliğin ifade ettiği toplumsal irade onun sahibi olan ortak kişilik, millet tarafından hiçbir zaman başkasına devredilmez ve bırakılmaz
Demokrasi ilkesi, egemenliği kullanan araç ne olursa olsun esas olarak milletin egemenliğine sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.
Bu noktayı birkaç kelime ile açıklayalım:
a. Demokrasi, temeli bakımdan esas itibariyle siyasi niteliktedir. Demokrasi bir toplumsal yardım veya ekonomik örgüt sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir görüş, vatandaşların siyasi özgürlük ihtiyacını uyutmayı hedef alır.
Bizim bildiğimiz demokrasi, özellikle siyasidir; onun hedefi milleti idare edenler üzerindeki kontrolü sayesinde, siyasi özgürlüğü sağlamaktır.
b. Demokrasinin birinci özelliği ile ortak ikinci bir özelliği daha vardır. O da şudur; demokrasi fikirdir; bir kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir. Hükümet ilkesi de bir adalet sevgisini ve ahlak düşüncesini gerektirir.
Demokrasi memleket aşkıdır. Aynı zamanda babalık ve analıktır.
c. Demokrasi esasında bireyseldir. Bu özelikli vatandaşın egemenliğe insan sıfatıyla katılmasıdır.
d. En son olarak demokrasi eşitlik severdir; bu özellik demokrasinin bireysel olması özelliğinin zorunlu bir sonucudur. Şüphesiz bütün bireyler aynı siyasi haklara sahip bulunmalıdırlar. Demokrasinin, bu bireysel ve eşitlik sever özelliklerinden genel ve eşit oy ilkesi çıkar.
Bizim devlet örgütümüzde esas ilkelerimizi oluşturan demokrasi (…) bazı düşüncelerin hücumuna uğramaktadır.
1. Bolşevik düşüncesi
2. İhtilalci siyasi sendikalizm düşüncesi
3. Menfaatlerin temsili düşüncesi
Bu düşüncelerin demokrasi kavramına hücumunda ne kadar haksız olduklarını açıklayalım.
1. Bolşevik düşüncesinin Rusya’da uygulanan şekline bakalım. Bütün Rus milleti içinden, işçi, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret bir azınlık ekonomik esaslara dayalı komünist partisi adı altında birleşerek bir diktatörlük yaratmışlardır. Amaçlarında milli değildirler. Kişisel hürriyet ve eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine saygıları yoktur. İçerde, çoğunluğu zorla ve baskı ile düşüncelerine boyun eğmeye zorunlu tutarlar; dışarıda propaganda ve ihtilal örgütü ile bütün dünya milletlerine kendi ilkelerini yaymaya çalışırlar. Oysa hükümet oluşturulmasından amaç, özellikle kişisel hürriyetin sağlanmasıdır. Bolşevik hükümet şeklinde baskı öğesi görülmektedir. Bir topluma bir kısım insanların düşüncelerinin zorla, esir ve acizliğini yaşatmak şekline elbette ki akla uygun bir hükümet görüşüyle bakılmaz.
2. İhtilalci siyasi sendikalizm düşünce sahipleri de her türlü siyasi kuruluşları yalnız kendi menfaatleri lehine yaptırmak ve sonunda siyasi kuvvet ve egemenliği ellerine geçirmek isteyen işçi gruplarıdır. Bunlar amaçlarını zorla elde etmek fırsatını beklerken, zaman zaman genel grevler yaparak hükümet adamları üzerinde etkili olmakta ve bazı işleri kendilerinden taraf bitirebilmektedirler. (…)
3. Menfaatlerin temsili düşüncesi, çeşitli meslek sanat ve iş adamları toplum içinde ayrı ayrı birer topluluk, birer küçük toplum haline dönüşürlerse her bir topluluğun birbirinden farklı menfaatleri vardır. Bu nedenle diyorlar ki, her özel menfaat sahibi gruplar ayrı ayrı mecliste kendilerini temsil etmelidirler. O zaman seçim, millet bireyleri tarafından değil, gruplar tarafından ve grupların sahip olduğu menfaat derecesinde gerçekleşecektir. Mecliste bu gruplardan bir kaçı birleşip iktidar mevkiine geçince yalnız kendi menfaatleri lehine çalışacaklardır. Buna kim engel olacaktır?
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki biz, bu ve bundan önceki düşünceleri ülke ve milletimiz için uygun görmemekteyiz. Biz ülke halkı bireylerinin ve çeşitli sınıf mensuplarının diğerine yardımlarını aynı değer ve özellikte görmekteyiz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik severlik duygusuyla sağlamaya çalışmak istemekteyiz. Bu şeklin milletin genel mutluluğu, devlet yapısının kuvvetlenmesi için daha uygun olduğu inancındayız. Bizim düşüncemizde çiftçi, çoban, işçi tüccar sanatkar, doktor, kısaca herhangi bir toplumsal kurumda çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete bu anlayış ile yüksek düzeyde faydalı olmak ve milletin güven ve iradesini o yere harcayabilmek bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükümeti yöntemiyle mümkün olmaktadır.
Türkler demokrat, özgür ve sorumlu vatandaşlardır.
Türk, baskı ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli mücadelelere girdi, sayısız özverilere katandı, başarılı oldu ancak ondan sonra özgürlüğüne sahip oldu. Bu nedenle özgürlük Türk’ün hayatıdır.
Artık Türkiye’de her Türk özgür doğar, özgür yaşar…”

Atatürk’ün MEDENİ BİLGİLER kitabındaki bu satırlar, DEMOKRATİK BİR DEVRİM yapan adamın milletine ilk DEMOKRASİ DERSİ’dir.
İşte eylemleriyle ve söylemleriyle Atatürk’ün “demokrasiye” bakışı…
Anlayana tabi!... Ne demişti Atatürk: “Demokrasi fikirdir; kafa meselesidir. Her halde bir mide meselesi değildir…”
Kafalarını midelerine göre ayarlayan “sözde aydınların” Atatürk’ün bu sözlerini anlaması mümkün değildir tabi!...

Sinan Meydan

Odatv.com

https://odatv.com/demokrasi-mide-meselesi-degildir-1103111200.html

EYT'liler Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir ruhla haklı mücadelelerine devam ediyor!

$
0
0
EYT'liler görülmemiş bir kalabalıkla, 300 bin kişinin katılımıyla 10 Şubat Ankara mitingini gerçekleştirdiler


Emekliliği yaşa takılan EYT'liler 2015 yılından itibaren dernekleşerek sürdürdükleri emeklilik hakkı mücadelelerini, 10 Şubat 2019'da, Türkiye'nin 81 ilinden katılımla Ankara'da yaptıkları mitingle devam ettirdiler. RYT'lilerin Anıtkabir'i ziyaretinden sonra bir çok muhalif siyasinin de katıldığı toplantıda konuşma yapan EYT Dernek Başkanı Gönül Boran Özüpak, 20 yıldır süren mağduriyetlerinin giderilmesi için mücadelelerinden asla taviz vermeyeceklerini, Cumhuriyet tarihinde böyle bir grubun bir araya gelerek hakları için mücadele etmesinin, hem de kırıp dökmeden medeni bir şekilde mücadele etmesinin bir ilk olduğunu, demokrasilerde yasaların geriye dönük olarak işletilemeyeceğini ve EYT'lere gasp edilen emeklilik haklarının iade edilmesini söyleyerek haklı taleplerini yineledi.

EYT dediğimiz "Emeklilikte Yaşa Takılanlar"ın, 1999 yılında IMF'nin dayatmasıyla bir gecede çıkartılan bir yasayla, emeklilik yaşları kademeli olarak yükseltilmişti. EYT'ler, demokrasilerde yasaların geriye doğru işletilememesi gerekçesiyle, emeklilik haklarını yeni yasa çıkmadan önceki haliyle elde etme mücadelesi veriyolar. Zaten 20 yıllık sürecte bir çok EYT'li kademeli olarak emekli oldu. 5 yıllık süreçteki yaşa takılı kalan EYT'lerin mücadelesi veriliyor şu anda.

Ama EYT'lilerin mücadelesi artık emeklilik hakkından çok demokrasi mücadelesine dönüşmüş durumdadır ve 15 milyona yakın bir nüfusa sahip EYT'liler, aileleriyle birlikte büyük bir oy potansiyeli oluşturdukları için, partiler üzerinde büyük bir yaptırım gücüne sahiptir.

Dikkat çeken durumlardan biri, oy çıkarı bulunan partiler dışında; sanatçılar, sivil toplum örgütleri ve vatandaşlar dahil hiçbir kesimin konuya duyarlılık göstermemesi! Mağdur bir EYT olan Denizli Gay, EYT'nin haklı mücadelesinin yanındadır ve yaş eneli diye bir şeyin kalmayacağı 2024'ten sonra da haklarını geriye dönük olarak savunmaya devam edecektir. Nasıl geriye dönük olarak haklar gasp edilebiliyorsa, geriye dönük olarak kazanılmalıdır!

Göksel, Gülden Karaböcek'ten çalmışMI?

$
0
0
Göksel'in yeni şarkısı "Bu da Geçecek", Gülden Karaböcek'in "Büyük Balık Küçük Balığı Yutar"ın birebir kopyası! Dinleyerek aynılığı görebilirsiniz.



TİHEK cinsel kimliği, ayrımcılık temelleri arasında saymadı

$
0
0
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, cinsel kimliğin ayrımcılık gerekçesi olmadığını savundu.


10 Ağustos 2018 tarihinde iki trans kadının, Ankara Cinnah Otel’e alınmaması sonrası Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu’na (TİHEK) yapılan başvuru “Cinsel kimlik ayrımcılık temeli sayılmıyor” gerekçesi ile reddedildi.

10 Ağustos 2018 tarihinde, biri Pembe Hayat Yönetim Kurulu üyesi iki trans kadın rezervasyonları olduğu halde Cinnah Otel’e alınmadı. Otel çalışanları tarafından cinsiyet kimliği gerekçe gösterilerek otele alınmayan trans kadınlara, ardından pek çok farklı nedenler sunularak otele girişi engellendi.

Olayın ardından Pembe Hayat hukuk departmanı konuyu Türkiye İnsan Hakları Eşitlik Kurumu’na (TİHEK) taşıyarak yaşanılan olayın “Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı” kapsamında bir suç oluşturduğunu belirtti.

‘CİNSEL KİMLİK AYRIMCILIK TEMELİ SAYILAMAZ’
TİHEK, yapılan başvuruyu “Cinsel kimlik ayrımcılık temeli sayılamaz” diyerek reddetti. Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı kapsamında ırk, renk, dil, din, inanç, mezhep, felsefi ve siyasi görüş ve cinsiyet gibi temellerin ayrımcılık oluşturduğunu kaydeden TİHEK, cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılığın bu kapsam içerisine giremeyeceğini öne sürdü.

‘BU KARAR YÜKÜMLÜLÜĞE AYKIRIDIR’
Dernek avukatı Emrah Şahin yaptığı açıklamada şu ifadelere yer verdi:

“Şikayetimiz neticesinde Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu 16 Ocak 2019 tarihli yazısı ile 6701 sayılı Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu’nun 3’üncü maddesinde ayrımcılık yasağı kapsamında değerlendirilmiş ayrımcılık temellerinin sadece “cinsiyet, ırk, renk, dil, din, inanç, mezhep, felsefi ve siyasi görüş, etnik köken, servet, doğum, medeni hal, sağlık durumu, engellilik ve yaş” olduğunu “cinsel kimlik” kategorisinin bunlar arasında sayılmadığından başvurumuzun kabul edilemeyeceğini açıkça belirtmiş, bu konudaki ayrımcılık şikayetlerine kapıyı kapatmıştır.

Oysa ki; TİHEK, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri ve Anayasamızı da hiçe sayarak bu kararı vermiş; ‘Ayrımcılık şikayet başvuruları arasında dahi ayrımcılık yapmıştır.’ LGBTİ+’leri ötekileştiren bir kurumun adının İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu olmasına rağmen ayrımcılıkla ilgili tüm şikayetleri kabul etmemesi, her şeyden öte bir devlet kurumunun tüm vatandaşlarına eşit davranma yükümlülüğüne aykırıdır. Nitekim İstanbul Sözleşmesi ile ‘cinsiyet kimliği’ ve ‘cinsel yönelim’ kategorilerinin Anayasamızın 90’ıncı maddesi gereğince yasal mevzuatımızda da ayrımcılık kategorileri olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Ancak AB uyum sürecine yönelik olarak göstermelik olarak kurulan; tüm üyeleri Yürütme erki tarafından oluşturulan TİHEK gibi kurumlar, eşitlik ve insan hakları bağlamındaki tüm kazanımlarda geriye dönüşe sebep olmakla birlikte, Devlet kurumlarına olan güveni de ortadan kaldırıyorlar. Bu TİHEK’in ilk vukuatı değil, yine bundan önce de TİHEK kurul üyesi Mehmet Altuntaş’ı homofobik twitleri nedeniyle şikayet etmiştik. Dernek olarak; ‘Kanun önünde ‘gerçekten’ herkes eşit olana dek’ LGBTİ+’lerin maruz bırakıldığı ayrımcılığa karşı yasal ve idari başvurularımızı aynı kararlılıkla yapmaya devam edeceğiz.” (HABER MERKEZİ)

https://www.evrensel.net/haber/373360/tihek-cinsel-kimligi-ayrimcilik-temelleri-arasinda-saymadi

“Nerdesin Aşkım? Mis Sokak’tayım Aşkım!”

$
0
0
Bugün Mis Sokak’tan bahsedeceğim. İstanbul’u bilenlerin bir fikri var neden burayı anlattığıma dair. Malum buralarda çoğunlukla LGBTİ+ dostu mekanlar, takılma yerleri var özellikle son senelerde. Aslında Mis Sokak Gezi Parkı eylemleri döneminden başlayarak alternatif, sol, liberal kesimlerin gelip geçtiği, bira içtiği, eylem yaptığı bir yer haline geldi. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında HDP’nin barajı geçişinin coşkuyla ve halaylarla kutlanmasını, ya da aynı yıl Haziran sonunda yasaklanan Onur Yürüyüşü’nün en kalabalık ve sloganlı toplanmalarının burada olduğunu hatırlayanlarınız vardır.


2016 Haziran’ında Orlando’da Pulse isimli gey bara bir nefret saldırısı gerçekleştirilmiş, birçok LGBTİ+ birey yaralanmış ya da öldürülmüştü. 2015’te kurulan lezbiyen-biseksüel feminist bir kolektif olan Lezbifem, bu saldırı üzerine kocaman bir dayanışma bayrağı sallandırmıştı bu sokağın başında. 2016’dan beri türlü şekillerde dağılarak “yasakları yasakladığımız” Onur Yürüyüşleri de dahil olmak üzere, bu sokak hala pek çok yürüyüşün, dağılışın, ya da sokakta öylesine takılmanın merkezi oluyor.

Bu sokaktaki en eski mekan yıllar önce özellikle haftasonları sadece kadınlara hizmet veren Bigudi’ydi. Ben bu araştırmayı yaptıktan sonra 1 sene kadar kapalı kaldı ve en son bu sokakta tekrar açıldı. Benim erişebildiğim bilgilere göre 2007’den beri var. Arada isim ve el değiştirdiği olmuş. Bir diğer eski kadın mekanı Gia, o da bu sokakta. Gia buraya yeni taşındı ama aslında onlar da 2013’ten beri gecelerimizi dev Türkçe pop seçkileriyle süslüyorlar. Burası da lezbiyen bar olarak açılmıştı ama artık daha kuir dostu bi mekan diyebiliriz. Bu mekanların yerlerini bilmiyorsanız bu dev ve eski binaların içinde yerini bulmanız çok zor, sahipleri aslında bu belirsizlikten biraz faydalandıklarını belirtiyorlar, dışarı tabela koyarak kendilerini açık etmek istemiyorlar. Müdavimler de bir şekilde yollarını buluyor.

Aslında hem Bigudi hem de Gia için ve genel olarak birçok kuir dostu mekan için geçerli bu “arada derede, gizli saklı” haller. Geçtiğimiz 1 yılda lezbiyen-biseksüel kadınların1 sosyalleşme süreçleri ve bunların dayanışma ağları kurmaya, komüniteler oluşturmaya olası etkisini araştırmaya çalıştım. Çalışma sahamın barlar olduğu, eğlencenin garip bir şekilde işe dönüştüğü bir dönemdi. Lezbiyen-biseksüel kadınların sosyalleşme hallerine, mekanlarına bakmıştım ve bu kapsamda özellikle Mis Sokak’a değinmeden geçmek mümkün değildi. İşte bu söyleşilerden birinde konuştuğum bir kadın şöyle demişti: “Tabii o zaman internetten filan ben Bigudi’yi buldum ama sokağını bulamıyorum… Mis Sokak yazıyo internette, tavaf ediyorum sokağı aşağı yukarı aşağı yukarı…Bi de soramıyosun da,…Sonra bi gün…Mis Sokak’tan aşağı yürüyorum bakına bakına. Bi adam gelip dedi ki ‘Bigudi’yi mi arıyosun?’ O kadar belliyim yani. O zaman çekindim ‘yok ya’ dedim. Sonra anladım ki o sokakta, ordan geçerken başka bi gün tabelasını gördüm. Sonra birkaç arkadaşla oraya gitmeye başladık…”

Gece hayatı açılmak, kendi komüniteni oluşturmak, politik anlamda dayanışma oluşturmak adına hepimiz için çok önemli aslında. Lambdaİstanbul, Sosyalist Feminist Kolektif gibi kadınlara alan sağlayan örgütlerin yer değiştirmesi ve kapanması sonucu bir araya gelebildiğimiz bu mekanlar daha da önemli bir hale geldi. Başlarda bu araştırmaya nereden, hangi yazılı kaynaktan başlayacağımı düşünürken, fark ettim ki yazılı kaynaklardaki LGBTİ+ tarihi ya da “lubunyalık” genel olarak trans kadınların ve gey adamların anlatıları çevresinde şekilleniyor. Aslında yazılı olarak çok az şey var lezbiyen biseksüel kadınların tarihine dair. Bu yüzden günümüze en yakın kaynak, kişilerin anlatıları oluyor. Sürekli lezbiyen-biseksüel kadınlar dememin bir sebebi var aslında; trans kadınların bambaşka bir sosyalleşme kültürü ve gece hayatı ortamı var. Dolayısıyla benim gördüğüm kadarıyla natrans ve trans kadınların dünyaları pek de kesişmeyebiliyor. Çünkü lezbiyen-biseksüel ortam tıpkı tüm natrans çevreler gibi translar için varolması zor olabiliyor. Ama trans erkekler için durum biraz daha komplike, çünkü aslında pek çok trans erkek, biseksüel kadınlarla sosyalleşiyor ve bu ortamlarda varolabiliyorlar. Ayrıca Beyoğlu’nun özellikle 2012’den beri maruz kaldığı kentsel dönüşüm de buradaki mekansal değişimlere ve insanların eskiden gittikleri ortamlara gitmemelerine ya da gitmeye ara vermelerine sebep olabiliyor.

Bunlara ek olarak barlarda da dışlayıcı kapı politikaları, bar kavgaları, ve tacizler yaşanabiliyor. Konuştuğum birçok insan gece hayatında aktif ve sıklıkla arkadaşlarıyla, date’leriyle buluşmak için buralara gelen insanlardı: “İlk gittiğim yer sanırım Bigudi’ydi. Ortama ilk girdiğim zaman, aman aman bir şey bulamadım. Beklediğim şey çok daha başka. Ne bileyim orda yalnız değilim, özgürüm diye düşünmüştüm. Çok da öyle bir şey yoktu, zaten klasik yaşadığımız yerde erkek egemen bir toplum var. Orda da bunun benzerini gördüm diyebilirim çok da ayrılmıyorlardı birbirinden.” Birçok insan için bu mekanlar açılma dönemlerini kolaylaştıran, kendileri gibi başka insanlarla tanışıp kendilerini daha iyi hissettikleri mekanlar. İnsanların homofobik şeyler yapmayacağını, başka bir kadınla yakınlaştıklarında yargılanmayacaklarını ya da taciz edilmeyeceklerini düşünüyorlar. Ama (homo ya da hetero) normativite öyle bir girdap ki, gelip en radikalinin bile kuyruğunu ısırabiliyor. Bahsettiğim dışlayıcı kapı politikaları, bu mekanlar kadınlar için “güvenli” alanlar oluşturmaya çalıştıkları için işlevsel bulunuyor. Dolayısıyla bazen gey ve trans adamları içeri almakla ilgili seçici olabiliyorlar. Ama konuştuğum birçok kadın bu konunun zorlayıcılığından da bahsediyordu. Çünkü aslında birçok kadın gey arkadaşları ya da trans erkek partnerleriyle eğlenmeye çıkabiliyorlar ve kapıda problemler yaşanabiliyor.

Bu mekanlarda kıskançlık ve tekeşli-sahiplenici ilişkiler sebebiyle pek çok bar kavgası yaşanıyor. Bazı kadınların bu mekanlara gitmekten kaçınmasının sebeplerinden biri de bu. Esasında “komünite,” birbirini uzaktan da olsa bir şekilde tanıyan insan gruplarından oluşuyor ve bu tarz romantik, na-romantik türlü gerilimleri de içinde barındırıyor. Konuştuğum birçok kadın özellikle Gia’ya dair bir sahiplenme geriliminden bahsettiler. Tek başlarına gittiklerinde rahat edemediklerinden, oranın müdavimleri tarafından “tehdit” olarak algılandıklarından, onlara şiddet uygulanmasından korktuklarından bahsettiler. “Bir kafede otururken bi adamın senin yanına gelip flört etmesi, hani çok rastlanır bir şey, ama bi kadın nerden gelicek de o kadar emin olacak da yapacak..Hiçbir fikrim yok mesela bu konuyla ilgili. O yüzden işte ya üniversite toplantılarında başlıyor, ya mekanlar ya uygulamalar… Sıkışmış hissetmiyorum hani, ama başka da neresi olurdu onun da cevabı yok.” Bu mekanlar üzerinden kurulan, kurduğumuz ilişkileri aşk-nefret sarmallarına benzetmekten daha iyi bir seçenek gelmiyor aklıma: hem seviyoruz, hala iyi vakit geçirebiliyoruz; hem seçeneksizlikten çok sıkkınız. Bahsettiğim bu tarz normativite, şiddet ve ayrımcılık konuları zaman içinde insanların Gia, Bigudi gibi mekanlardan ayaklarını çekmelerine ya da dönemsel aralar vermelerine sebep oluyor. Mekanlar bu yüzden haftaiçi her gün açılmıyor, bazen sadece haftasonları kadınlara açık partiler yapıyorlar ve ayakta kalmakta finansal olarak zorlanıyorlar.

Zorlanmalarının, bence, Amerika’daki ve dünyanın birçok farklı yerindeki örneklere benzer bir şekilde ekonomik özerklikle bağlantılı bir tarafı da var. Hem LGBTİ+ politikasının, gündeminin kuirleşmesi (varolan ikili cinsiyet rollerinin/yönelimlerinin reddedilmesi) sebebiyle kadınlar kadınlara özel yerlere gitmeyi tercih etmeyebiliyor. Çünkü “cinsiyeti kadın atanmamış” birçok başka arkadaşlarıyla beraber eğlenmeyi tercih ediyorlar. Hem de mekanlar ekonomik olarak sadece kadınlara özel alanlar olup onlara partiler düzenleyerek ayakta kalmakta zorlanabiliyor. Böylece aslında herkesin beraber eğlenebileceği karma mekanlar olmaya başlıyorlar.

Bu mekanlarda yaşanan kavgaların, heteronormativitenin, şiddetin sorgulanmadığı bazı durumlar olabiliyor. “Aktivist LGBTİ+lar” ve “na-aktivist LGBTİ+lar” varmış da bu kategoriler birbiriyle ilişkilenemezmiş gibi bir önyargı olduğundan söz etmişti görüştüğüm bir kadın. Konuştuğum birçok insanın bu mekanlara gitmekten kaçınmasına sebep olan bir başka mesele de işin bu sınıfsal boyutu oluyor. “…aktivistler ve diğer LGBT’ler olarak bi ayrım var. Bunlar beni çok geriyo. Sıkışmış hissediyorum o anlamda. Ben gitmek istediğimde gidiyorum. “Aman gitmiyim” falan demiyorum. Ben de LGBT aktivistiyim… Zaten aktivistler gelip bana bir şey sormuyor, bir şeye ulaşmak istediklerinde ulaşıyorlar. Ama benim Gia’da tanıştığım kadın ertesi gün bana bir şey soruyor. Bu şekilde aktivizme de dahil olmuş oluyo. Ve değebiliyorsun, yani senin aktivizmin ona değiyor.” Gerçekten de, aktivizmin kimin için ne kadar erişilebilir olduğu konusu da burada devreye giriyor. Bu sınırlar bu kadar sert ve geçişi imkansız mı gerçekten de? Başkalarına dokundukça, tanımadığın insanlara ulaştıkça başarılı olmuyor mu aktivizm?

Bu örneklerden de görülebileceği gibi, takılmanın, sosyalleşmenin binbir tonu var. Yargılanacağını, birini öperken rahat edemeyeceğini düşündüğün yerlere gitmektense, daha kuir dostu yerlere gitmeyi tercih edebiliyorsun. Ama bu sefer de sahiplenici ilişkiler ve homonormativitenin kucağına düşme olasılığın var. Konuştuğum birçok kadın bu mekanlarda kurulan tekeşli, sahiplenici ilişkilerin onları zorladığından, bazen bu ortamlardan uzaklaştırdığından bahsettiler.

Olası gerginlikler, “yan etkiler”den bahsettikten sonra, LGBTİ+ dostu mekanların olumlu taraflarına bakalım biraz. Tüm bu sosyallikler aslında insanın açılmasını, “kendisi gibi insanlarla” (görüşmelerde bu en çok kullanılan kelime gruplarından biriydi) vakit geçirip daha az izole hissetmesine yardımcı oluyor ve bir çeşit dayanışma ağı oluşmasına yardımcı oluyor. Bir araya gelinebilecek alanlar dar ve sınırlı: “Bi şeyleri paylaşabilmek ve bir arada olmak dayanışma. Birbirinin arkasında durmak. Dayanmak da öyle bir şey mesela, ağaca dayanıp güç alırsın. İnsanlar bence bunu yapıyolar. istemeden de olsa yapıyolar. […]’de konuşuyoduk mesela, lubunyaymış ailesinden kaçmış. Mutlu oluyo ama konuşurken orda yalnız hissetmiyo. Mesela üniversitede yalnız hissediyodum. Ne zaman buraya [İstanbul] geldim öyle hissetmedim, güçlü hissettim. Bir aradayken bi şeylere çözüm buluyosun.”

Görüştüğüm bir başka kadın, aslında neden bunu yapmaya devam ettiğimizi “yalnız hissetmemek, özel/iyi hissetmek” üzerinden açıklamaya çalıştı: “Bi sonraki gün, sabahın köründe kalkacak ama yine de gidip sokaklara taşabiliyosun falan. Bu bence yeterli her şeyi anlatmaya, ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlatmaya. Bi Çarşamba kim partiye gider? Ama gitmek zorundasın yani. Yok yani. O senin özel zamanın. Hep beklersin ve o gün gelmiştir hangi gün olduğu önemli değil…” Bir araya gelinecek zamanların, ortamların azlığı, insanı o anın uçucu güzelliğini değerlendirmeye itebiliyor.

Tabii tüm bu olumlu ifadeler homojen, birbiriyle şahane iletişim kurup anlaşabilen bir lezbiyen-biseksüel kadın grubunun varlığına kanıt olarak gösterilemez. Lezbifem son birkaç senedir aktif değil, geçen yılın Onur Haftası’ndan en çok akılda kalan şeylerden biri lezbiyen kadınların komiteden ayrılışı oldu. Politik olarak nerelerde, nasıl bir araya geliriz bu noktadan sonra bilemiyorum. Ama yine de emin olduğum şeyler var. Mesela, alabildiğine dar mekanlarda, Türkçe popun dev remiksleri kulaklarda çınlarken dans etmek, flört etmek hala hayatlarımızın önemli bir parçası. Açılmak, kendin gibi insanlarla tanışmak, kendi komüniteni oluşturmak, sadece kendinle ilgili iyi hissedebilmek bile birçoğumuz için besleyici oluyor. Peki ya daha fazlası için ne yapmalı? Nasıl bir araya gelmeli, ya da bir araya gelişleri nasıl sürdürmeli? Sadece bu kısa, uçucu ve güzel anlar yetmiyor zira. Sürekli değişen bu politik ortamda, bu belirsizlikle baş etmek için nispeten rahat ettiğimiz bu mekanların dışına mı taşmalı, yoksa böyle mekanların sayısını mı arttırmalı? Belki de zamanla bulacağız cevabı.

http://www.5harfliler.com/nerdesin-askim-mis-sokaktayim-askim/

AB sustu sapkınlar kudurdu

$
0
0
Fon adı altında Türkiye düşmanı odaklar tarafından finanse edilen LGBTİ'li sapkınların yıkıcı faaliyetler düzenlediklerini gün yüzüne çıkarmamız, ahlaksızları iyice kudurttu.

Sosyolojik hiçbir karşılıkları olmadığı halde, sapkın fiillerini topluma dayatmak için her türlü provokatif faaliyete imza atan LGBTİ’liler yüzsüzlükte de sınır tanımıyor. Avrupa Birliği fonlarından aldıkları paralarla yıkıcı faaliyetler düzenlediklerini gün yüzüne çıkarmamız, ahlaksızları iyice kudurttu. Fon adı altında Türkiye düşmanı odaklar tarafından finanse edilen ahlaksızları, arpalarının kesilmesi korkusu sardı. 1 Temmuz 2018 tarihli, “AB fonluyor homolar semiriyor” başlıklı manşet haberimiz hakkında suç duyurusunda bulunan KAOS GL isimli sapkınlar güruhu, efendilerinin talimatlarını yerine getirdi. Söz konusu haberde, AB fonlarından devasa rakamlarda para desteği alan LGBTİ’lilerin toplumu provoke etmek için nasıl çalıştığını gözler önüne sermiştik.

Hem arsız hem yüzsüz
Sapkınların yüzsüzlüğü bununla da sınırlı kalmadı. Haberlerimizi çarpıtarak Akit’i susturmak isteyen LGBTİ’liler, kirli etkinliklerini deşifre ettiğimiz birçok haber hakkında da suç duyurusunda bulundu. 13 Haziran 2018 tarihli, “BM’den homolara destek” başlıklı haberimizi bağlamından koparan homolar, ‘hedef gösterdiğimiz” iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Akit, dış güçlerden beslenen homoların peşini bırakmadı ve finansörlerini tek tek deşifre etti. 13 Temmuz tarihli “Batı kuklalarını fonlarla oynatıyor” başlıklı haberimizde de, sapkınların kimler tarafından destek gördüğü bütün ayrıntılarıyla gün yüzüne çıkartıldı. Türkiye’deki sapkınların çatı kuruluşu KAOS GL, bu haberimizi de savcılığa taşıdı.

Haberlerimizi çarpıttılar
Sapkınlar, ‘sunum yapma’ bahanesiyle üniversitelerde ders vermeye başladıklarını deşifre ettiğimiz, “Hacettepe’de sapkınlık dersine soruşturma”, yine LGBTİ’lilerin kulüpler vasıtasıyla akademi camiasını zehirlediğini gün yüzüne çıkardığımız, “Üniversitelerde sapkın istila” ve kitap fuarları aracılığıyla çocuklarımızı zehirlediğini ifşa ettiğimiz, “Sapkınlar TÜYAP Fuarı’nda” isimli haberimiz için de suç duyurusunda bulundu. Akit’in sorumlu yayıncılık anlayışı gereği, yetkilileri uyarmak için yayımladığı haberlerin içeriğini gölgelemek ve hedef şaşırtmak isteyen LGBTİ’liler, ‘nefret söylemi” iddiasıyla gazetemizi hedef tahtasına oturttu.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/ab-sustu-sapkinlar-kudurdu-607421.html

Dön bu yanlıştan YÖK

$
0
0
Üniversitelere yön veren Yükseköğretim Kurulu tarafından Tutum Belgesi adıyla üniversitelere gönderilen genelgede Toplumsal Cinsiyet Eşitliği zırvasının tüm okullara ders olarak dayatıldığı ortaya çıktı. MEB’in uygulamaktan vazgeçtiği, eşcinsellik sapkınlığının kamufle edilerek sunulduğu bu aymazlığın, ilahiyat fakültelerinde dahi ders olarak okutulduğu öğrenildi.


Milli Eğitim Bakanlığı’nın durdurma kararı aldığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği adlı sapkın projenin, Yükseköğretim Kurulu nezdinde tüm üniversitelere ders olarak dayatıldığı ortaya çıktı. YÖK’ün üniversitelere gönderdiği Tutum Belgesi’nde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” dersinin zorunlu veya seçmeli ders olarak müfredata eklenmesinin istendiği belirlendi.

Sapkınlık dersi
YÖK’ün 28 Mayıs 2015 tarihli Genel Kurul kararına dayanılarak hazırlanan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi”, 2016 yılında tüm üniversitelere gönderildi. Üniversitelerin faaliyetlerine yön veren YÖK’ün belgesinde, eşcinselliğe zemin hazırlayan TCE zırvasının üniversitelerin her aşamasına sirayet edilmesi amaçlanıyor. Türkiye’nin 1985 yılında imzalamış olduğu CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi) ve 2011 yılında İstanbul’da imzalanan Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ne atıf yapılarak hazırlandığı belirtilen Tutum Belgesi’nde, ilahiyat fakültelerini dahi kapsayacak şekilde ders programlarının oluşturulması isteniyor.

Herkes sorumlu
Haçlı Batı’nın eşcinsellik sapkınlığını Türkiye’de yaygınlaştırmak için kamuflajlı olarak sunduğu Toplumsal Cinsiyet Eşitliği zırvasıyla ilgili YÖK’ün 7 sayfalık Tutum Belgesi’nde, şu ifadeler yer alıyor: “Bu konunun genel kabul görmesini sağlanmasına; yöneticiler, idari ve akademik personel ve öğrencilere toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışını kazandıracak faaliyetlerde ve düzenlemelerde bulunulmasına ilişkin çalışmalar yaparlar.”

'Zorunlu ders yapın' baskısı
YÖK’ün belgesinde, üniversitelere toplumsal cinsiyet eşitliği kapsamında dayatılan faaliyetler ise şöyle sıralanıyor:

•“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” dersinin aynı veya farklı bir adla yetkili kurullarınca alınacak karar doğrultusunda programlarında zorunlu veya seçmeli ders şeklinde yer almasını ya da buna ilişkin bilgilendirici çalışmaların yapılmasını sağlamak,

•Yöneticilerin, akademik ve idari personelin ve öğrencilerin toplumsal cinsiyet eşitliğine ilişkin eğitimler almalarını sağlayıcı çalışmaları teşvik etmek,

•TCE’yi izlemeye ilişkin çalışmalarda bulunmak.

Müfredatı da anlatmışlar
Ahlaksız projenin üniversitelere zorunlu ders olarak sokulduğu YÖK genelgesinde, derslerin nasıl hazırlanacağı da ayrıntılı olarak anlatılıyor. Tutum Belgesi’nde “Yükseköğretim Kurumları Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dersine Nasıl Yer Verebilir?” başlıklı bölümde maddeler halinde sıralanan yönlendirici metinde üniversitelerden ya zorunlu ders, ya seçmeli ders ya da konuya ilişkin çalıştay ve konferans benzeri bilimsel etkinlik düzenlenmesi isteniyor. TCE dersleriyle ilgili YÖK’ün üniversitelere sunduğu maddeler şunlar:

1. Yetkili kurullarınca alınacak karar doğrultusunda toplumsal cinsiyet eşitliği dersini zorunlu ders olarak müfredata ekleyebilir.

2.Yetkili kurullarınca alınacak karar doğrultusunda toplumsal cinsiyet eşitliği dersini seçmeli ders olarak müfredata ekleyebilir.

3.Ders açılamaması durumunda her yarıyıl toplumsal cinsiyet eşitliği konusuyla ilgili her yarıyıl öğrenci katılımlı bir bilimsel etkinlik (seminer, çalıştay, konferans, kongre gibi) yapılması zorunludur...

MEB iptal etmişti
Gençleri eşcinsellik ve kimlik bunalımına itecek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği zırvası 2014-2016 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı’nda da uygulanmış ancak Bakan Ziya Selçuk’un göreve gelmesiyle TCE Projesi tamamen iptal edilmişti. TCE projesinin iş ve toplumsal alanda sürdürücülüğünü ise Koç Holding’in yaptığı tespit edilmişti. Cinsiyetsiz toplumun hedeflendiği projeyle ilgili Koç grubunun yayınladığı “İletişimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Rehberi” isimli raporda, “Biyolojik cinsiyet doğuştan gelen biyolojik özelliklerdir. Toplumsal Cinsiyet ise değiştirilebilir” deniliyordu.

https://www.yeniakit.com.tr/haber/sapkinlara-hizmet-ediyor-don-bu-yanlistan-yok-607217.html
Viewing all 15059 articles
Browse latest View live